30 Ocak 2015 Cuma

alan memnun veren memnun sorun yok



büyük ev ablukada müzikal anlamda bana bir şey ifade etmemekle birlikte, sözleri ve konsepti ilgimi çekmiş 'kim ula bu adamlar?' demiştim. konuşur gibi şarkı söyleyen bu arkadaşlar, hikayeyi mizahi bir şekilde hicveden şarkılar terennüm ediyorlardı. tarzları insanlar tarafından çok sevildi. adamların konserler sold out dolayısıyle, biletleri yok satıyor. bunda solistinin, bir sitkomda başrol oynamasının faydası olmuş mudur bilemem. bu tarz tutunca sevgili ülkemde 'olmazsa olmaz, hadi biz de yapalım' grupları, ne zaman, nasıl, kim tarafından bir anda türedi kafam basmadı. seçilen isimler büyük ev ablukada'yı aratmayacak şekilde olmalıydı diye düşündüler zaar. son feci bisiklet, yüzyüzeyken konuşuruz, yok öyle kararlı şeyler, kaç canım kalmış gibi, halimden konan anlar isimli müzik grupları piyasamıza yeni bir soluk getirdiler. kıyafetlere gelince, mümkünse v yaka t-shirt üstüne salaş hırka, eşofman altına adidas ayakkabı, kirli sakal şart, - el örmesi kazak giyenleri de var- ortak imajları bu tarz grupların. renk saz olarak bir nefesli ve akustik gitar ağırlıklı. sözler uzun cümlelerden oluştuğu için kelimeler bazen birbirinin içine geçiyor, bazen de ne dediğini çözmeye çalışırken, sıradaki mısrayı komple kaçırıyorsunuz. bu kadar genişliğin ve rahatlığın avantajlarını kullanmak harika bir duygu olmalı. grup adı salaş, kıyafetler salaş, şarkıyı icra etmek salaş, sözleri de yavan yavan ve boş vermişçi bir ifadeyle söyledin miydi mis. ayakta da çalmak zorunda değilsin, istersen yatak getir uzanarak söyle. müziğin charles bukowski'siyim anasını satiyim.
yıllar önce gruba koyduğum dilemma ismi yüzünden, arkadaşlarım aylarca benle taşak geçmişlerdi 'öyle isim mi olur?' diye. grubun adını 'emme basma tulumba' koysaydım arkadaşlıklarını keseceklerinden eminim. vakti zamanında neler çektik grup adı bulmak için. velhasıl kelam bu tür grupların çıkmasına bir lafım yok, hatta piyasayı canlandırıyorlar ne güzel. hepsine başarılar diliyorum. 'alan memnun veren memnun sorun yok'. bu son yazdığım konuyla ilgili bir cümle değil, yeni grubumun adı yanlış olmasın. hadi bye.

ufak edit: yeni kurulan arkadaşlara tavsiyem büyük ev darbukada diye grup kurmaları. bakarsın isim benzerliğinden yürür giderler.

29 Ocak 2015 Perşembe

ustalarla anlaşma kılavuzu


1- işe başlamadan anlaştığınız ücrete muhakkak ek masraf ekleneceğini aklınızdan çıkarmayın.
2- işe başlama saatinde, -vaktinde gelmiş olsa bile - ustanın unuttuğu bir malzeme için dükkana kadar gidip geleceğini unutmayınız.
3- elbette ki o unutulan malzeme en az 3 saat içinde bulunacak ve hatta bazen ustanın dönmediği de görülmüştür.
4- ustayı muhakkak kontrol ediniz, ters köşe iş yapmasını anında tespit etmeniz için bu gereklidir.
5- bu teftişleri başında dikiliyormuş izlenimi vermeden yapmak için, belirli aralıklarla bir arzusu olup olmadığını sorun.
6- evinizde merdiven, ve  olabildiğince hırdavat malzemesi bulundurun, eninde sonunda sizin koleksiyonunuza başvurmak isteyecektir.
7- ayakkabısını çıkarmasına izin vermeyin. galoş verin yoksa da boş verin. ayakların kokma ihtimali olabilir. ev ne de olsa batacak sonra silersiniz.
8- istediğiniz bir ayrıntı büyük bir ihtimalle usta tarafından beğenilmeyecek ve kendi bildiğini size empoze etmeye çalışacaktır. ikna edici olun ve en azından denemesi gerektiğini tatlı bir dille anlatmaya çalışın.
9- sıkılıp puflamaya ve işi kendi isteği doğrultusundan saptığı için sinirlendiğini hissettiğinizde, hemen burnuna çayı dayayın. bu onu sakinleştirecektir.
10- kesmediyse sigaranızdan verip mola almasını sağlayın, arada 2 - 3 adet soğuk da olsa espri yapın gülümsemeye zorlayın.
11- finalde ne kadar çabalasanız da yüzde üçyüzbin ihtimal işin bir tarafının yamuk veya dengesiz olacağını bilin ve sinirinizin hoplamaması için buna hazırlıklı olun. olmadı bir kaç sinir hapı iş bitene kadar sizi sakin tutacaktır, kullanmaktan çekinmeyin.
12- iş bitiminde kullandığı malzemeleri abartacak, ve anlaştığınız paranın 2 katını isteyecektir. gayet net olun ve anlaştığınız paranın dışında para vermeyeceğinizi belirtin. burda sesinizi yükseltebilirsiniz.
13- para konusunda inatçılığı devam ediyorsa en az zarar görecek ve tamiri kolay yerden bir bölümü kırın ve bunu yaparken okkalı bir küfür eklemeyi de unutmayın.
14- bu ustaya geri adım attıracak ve hiç bir ödeme yapmamanızı söyleyip vicdan sömürüsüne oynayacaktır.
15- asla kanmayın, anlaştığınız paranın üstüne kendi hak ediş masrafını verip konuyu bağlayın.
16- bu bölümde usta hafif bıkbıklanmaya devam edip, ağlamaklı cümlelerle kasabilir. kapıya kadar geçirip teşekkür edin. tekrar iş yapacağınızı, samimi bir ifadeyle sırtını sıvazlayarak gösterin.
17- bu sıvazlama aynı zamanda kapıya doğru yönlendirmedir.
18- geçmiş olsun.

23 Ocak 2015 Cuma

bohem seyirci la bohem seyreder

çocukluğumdan beri - babamın da, opera sanatçısı olmasının etkisini es geçmemem lazım - bir çok opera eseri seyretme şansım oldu. daha ilkokula başlamadan bile pür dikkat, son derece trajik bir eser olan donizetti'nin lucia di lammermoor'unu gözlerimi kırpmadan seyrettiğimi hatırlıyorum. dolayısıyla bütün çocukluğum opera kulislerinde, provalarında ve temsillerinde geçti. itiraf etmem gerekirse büyüdükçe operadan uzaklaştım. hele ki kocaman adam olmuşum -rigoletto idi sanırım- kendimi koltukta uyur bulunca, daha fazla rezil olmadan opera dünyasından uzaklaşmaya karar verdim. opera büyük prodüksiyon gerektiren bir sanat dalı. dekoruyla kostümüyle büyük bir görsel şölen. iyi solistleri, hem sesi hem haşmetiyle sahneyi dolduran muhteşem korosu, eğer gerekiyorsa balesi, figüranları, şefi ve orkestrası, dev dekorları, cafcaflı kostümleri ve ışık gösterileriyle gözünüzü sahneden ayıramayacağınız bir dünya sunuyor. tabii bunun karşılığında da seyircisinin de opera seyretmenin kurallarını bilmesi gerekiyor. lafı gevelemeden direkt konuya gireyim. dün akşam zorlu centerda sergilenen puccini'nin la boheme adlı operasını seyretmeye gittim. akm'den sonra istanbul'da gittiğim, konser için düzenlenmiş en güzel salonlardan biri olduğunu belirteyim. seyirciler paraya kıymış ve salonu doldurmuş. bu da kayda geçilmesi gereken diğer bir husus. anons yapıldı ve perde açıldı. sahne mükemmel, dekorlara laf yok, mimi rolündeki soprano simge büyükedes ve diğer solistlerin hepsi çok başarılı. bilhassa marcello rolündeki bariton zheng zhong zhou'ya dikkat diyorum. ismi de komikmiş bu arada. kaptırmış seyrederken o da ne? yanımdaki çift muhabbete başlıyor. patlamış mısır da ister misiniz edasıyla gözlerimi pörtleterek bakıyorum, anlayıp susuyorlar allahtan. ilk aradaki dekor değişimi kısa, hepi topu 6 dakika. kimse yerinden kalkmasın anonsu yapılırken, yanımda oturan bey çoktan kalkıyor. sistiti olabilir yargılamamak lazım tabii.
 2. perde eserin en hareketli sahnesi ve büyük tartışmalara konu olan boğaziçi caz korosu kostümleriyle sahnede. la bohem'in, puccini'nin bestelediği operalar içersinde, en yalın ve kolay opera addedilmesine kılım diyerek koroya dönüyorum.
daha bismillah ilk notadan detone giriyorlar. koroda hacim yok. opera eğitimi almış profesyonel solistlerin yanında inanılmaz sönükler. sahne duruşları acemi, ve opera sesini taklit edip şarkı söylemeye çalışan  komedyenler gibiler. hayatımda dinlediğim en kötü koro diyebilirim. çocuk korosunun sesi daha fazla çıkıyor varın gerisini siz düşünün. musetta rolündeki madelain pierrard'ın vibratosu bu sahnede fazla irite edici ama 3. perdedeki performansıyla bunu unutturuyor. orkestranın da hakkını yemeyelim, cem mansur yönetiminde gayet başarılılar. açıkçası toplama orkestra olduğunu duyduğumda tedirgin olmuştum. 2. ara hayli uzun. 25 dakikalık sigara ve teşaşür seansından sonra 3. perde açılıyor. yine harika bir kış sahnesi, bacadan duman tütüyor, karlar yağıyor, yerler bembeyaz olmuş ve yine o da ne? seyirciden bir alkış. dekoru alkışlayan seyirciye de ilk defa denk geliyorum. uçağı piste indiren pilotu da alkışlayan tayfa burda sanırım. rodolfo-mimi ve marcello- musetta düetleri ile kendimden geçiyorum, ve ''ulan puccini ne yazmışsın be'' diye iç geçiriyorum. tenor partilerinde insafsız olan puccini'nin yüzünden, david butt philip-rodolfo, aryanın en tiz yerinde çatlamayı çok iyi bertaraf ediyor. tebrik ediyoruz. son ara da veriliyor. libretto'ya göz gezdirirken bir yandan muhabbet ediyoruz. fakat o da ne? iki arka sıramızda oturan çift telefonun konferansını açmış, arkadaşlarıyla yüksek volümden konuşuyorlar. rahatlığa bak. o sırada bir beyefendi elinde şarap kadehi ön sıradaki yerine geçiyor. yanımdaki çift olmazsa olmaz selfielerini çekiyorlar. asıl bohem bizim seyirci ya. opera içinde opera seyrediyoruz adeta. son perde de dramın allahı var. maalesef opera konuları bazen türk filmi tadında oluyor. kız hasta, öksürük tıksırık, dramın dibine vurulmuş, herkes üzgün ağlamaklı. olan oluyor ve kan şekerim düşüyor. 

eataly'den aldığım bisküvi torbasını açmaya yelteniyorum ama vazgeçiyorum çok ses çıkacak. kız da ölemedi bi türlü. ter basıyor, suyu yudumluyorum ve kız ölür ölmez istemeyerek de olsa kendimi fuayeye atıyorum. alkış kıyamet, ama arabasının başına bir an evvel gitmek isteyen çoğu seyircinin de uzadığını görüyorum. bunlar hep görgüsüzlük işte. bize has olaylar. orda 2 saat bir eser seyrettin. arabana 15 dakka geç git ne olur di mi? inanılmaz bir emek var orda. bu kadar rahatına düşkünsen otur evinde video seyret. seyirci etiğinden bahsettiğim buydu işte. nasıl seyredilir, nerelerde alkışlanır, nasıl giyinilir. beğenilen eseri yeri gelir yarım saat ayakta alkışlarsın. bu kadar her konuda geriye giden bir toplum olur mu ya? akm döneminde millet operacılarımızı elleri kanayana kadar ayakta alkışlardı. şimdi sanki sadece boy göstemek için konsere gidiyormuş gibi bir algı hissediyorum. daraldım yine. sonuçta la boheme özeti; dekorlar mükemmel (royal house normaldir), solistler bravo, orkestra tebrikler, boğaziçi caz korosu rezalet, çocuk korosu afferim, seyirci yer yer bohemdi. 24 ocak son temsil sanıyorum, bilet bulursanız gidin ama bi 15 dakka kadar kötü bir koroya maruz kalacaksınız temkinli olun.

22 Ocak 2015 Perşembe

kırk para kaç lira


eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı demiş büyüklerimiz. bakalım eskiye rağbet var mı?  

nerdeyse 10 sene oldu hala eski para biriminden kurtulamadık mesela. yanımda konuşan abiye kulak kabartıyorum 476 milyona evi satmış, yazlık alacakmış. abicim o parayla yazlık değil komple kasabayı alırsın. adam biraz daha kassa türkiye bütçesini zorlayacak, rockefeller mübarek. manava ''domates kaç para?'' diye soruyorsun, ''5 milyon'' diye cevap veriyor. tamam yalıyı satıp geleyim yarım kilo sar anasını satayım.'' bu inatçılık neden anlamıyorum. 10 senedir milletteki iradeye bak. ''cesedimi çiğneseler yeni birime geçmicem, geçmicem de geçmicem, benim değil mi  geçmicem ııh ııh geçmicem'' diye mırıldanıyor adeta. tersi de oluyor bazen. bu sefer kuruş nezdinde muhabbet dönüyor. bir keresinde dolmuş şöförüne ''şaşkınbakkal ne kadar kaptan?''diye sordum. ''2 kuruş abim'' dedi. ''40 para var denkleştiremiyorum. beni sağ cenapta müsait bir yerde indir o zaman...'' 
zaten bu kadar osmanlı sevgisi varken darphanede tekrardan '40 parayı' bassalar şaşmam. turistler için çok zor durum oluyordur muhtemelen. düşünsenize; sorduğu hiç bir ürünün fiyatının karşılığı doğru telaffuz edilmiyor. kafa karışıklığını müteakip koca koca müzelerde bile giriş ücreti türkçe 2 lira, ecnebi dilde 2 euro olarak geçiyor. yeminli tercüman parasını çıkarıyorlar herhalde. 
modaya baksan vintage çok trendy son dönemlerde. 2. el eski dönem kıyafet satan dükkanlara rağbet hayli yüksek. yuvarlak gözlükler, kadife bol paça pantolonlar, deri blazer ceketler, çarliston dönemi püsküllü etekler ne ararsan var. fiyatları da uygun sayılmaz. yurtdışında gittiğim 2. el kıyafet dükkanlarıyla karşılaştırıyorum da burdakiler sosyetik kapsamına girmiş gibi duruyor. 
şu ara plak ve pikap merakı da başladı. bu da çok güzel bir şey. en azından mp3 kalitesizliğinin pabucunu dama atıyor. fakat insanların bilinçsizce, araştırmadan parayı bastırıp maksat plak olsun torba dolsun kafası yüzünden, 2. el plak fiyatlarının da üzerine nur yağmaya başladı. kapağı yırtık, plağı cırtık, fiyatı kazık kısacası. cırtıkı ben uydurdum kafiye tutsun diye, çizik anlamında hissedin siz onu.
siyaseten, ülkenin yarısının da, osmanlı döneminin özlemini çektiğini varsayarsak, baştaki sorumun cevabı şekillenmiş gibi duruyor. bit pazarlarını her zaman sevmişimdir. her an hiç ummadığınız, almayı düşünmediğiniz bir obje sizi heyecanlandırabilir. daha önceden hangi konağın veya evin, bir köşesini süslemiş olan o obje sizin evinize konuk olacaktır artık, ne güzel di mi?dokunursunuz, evirir çevirir incelersiniz. sizin içindir bu parça sanki. özeldir, nadidedir, ve tarih kokuyordur. alırsınız ve içinizde tarif edemediğiniz bir duyguyla evin yolunu tutarsınız. kıssadan hisse; bit pazarlarına nur yağıyor mu yağmıyor mu bilmiyorum ama ben böyle bir alışverişten döndüğümde içime nur yağmış gibi hissediyorum. ya sizce?

21 Ocak 2015 Çarşamba

sanat taklittir - aristoteles

nerden sanatla uğraştım, konservaturlara gittim, müzisyen oldum hay kafama sıçayım. şu ülkede katillere verilen primin yarısı sanatçılarına verilmedi. kendim için demiyorum yanlış anlaşılmasın. harika çocuklar, süper müzisyenler, tiyatrocular, ressamlar yetişti bu ülkede. ama biz sanatçı diye dizi oyuncularını belledik, besteci diye fantazi - arabesk - pop karışımı ne idüğü belirsiz şarkılar yapan, sesi kıçına kaçmış şarkıcıları dinledik. ülkemizin değeri diye, hayatında canlı konser vermemiş adamlara büyük besteci ve hatta akil adam muamelesi yaptık. sıçar gibi beste yapıp, sayısını bilmiyorum diye övünenler çuvalla gelen paranın şımarıklığıyla, müziğe değil kumara daha çok yatırım yaptılar. sinema desen aynı terane. kemal sunal'dan bu yana gişe yapan bütün filmler ivedik formatında değilse oynayacak salon bulamadılar. kör ölür badem gözlü olur misali kemal sunal büyük aktör oldu, ivedik ise sanat eleştirmenleri ve entelektüel seyirci tarafından afaroz edildi. neden ki? ne farkı var kemal sunal veya ilyas salman tiplemelerinden? barış manço harika şarkı sözleri yazan, süper akıllı, yurt dışında tahsil terbiye görmüş ama hayatımda duyduğum en detone şarkıcıydı. şimdi sırf bu cümleden beni ipe çekecek 1 milyon facebook takipçisi sıraya girmiştir ama fikrim bu. ajda pekkan ne kadar fransız veya italyan melodisi varsa,
fikret şeneş'in veya fecri ebcioğlu'nun yazdığı sözlerle bizi kah paris, kah roma sokaklarında dolaştırıyordu.sanatın hiç bir türünde, kendine has tarzı olan süper başarılı ne bir şarkıcı, ne de bir oyuncu çıkaramadık. anca başarılı taklitçiler vardı. sanat güneşi zeki müren iyi bir türk sanat müziği şarkıcısıydı ama görüntü olarak liberace'yi taklit ediyordu. erkin koray fesuphanalah'a kadar psychedelic dönemin ülkemizdeki icracısıydı. ilahi morluk nedir bu zorluk adlı asit tribi bestesini hangi kafada yaptığını bilmiyorum. bir diğer örnek vermek gerekirse, underground müziğin temsilcilerinden, benim de çok sevdiğim gruplardan iron butterfly'ın get out of my life woman adlı parçasını, cem karaca'nın sözleriyle yeter artık kadın olarak seslendiren bunalımlar da dönemin batı etkisinde kalan önemli gruplarındandı. erol büyükburç saksı olmadığı dönemlerde elvis presley rolüne bürünmüştü. ajda pekkan o zamanlarda da değişkendi. bir bakıyorsunuz italyan şarkıcı mina gibi kaşını almış, bir bakıyorsunuz slyvie vartan gibi sapsarı uzun saçlarıyla dans etmeye çalışıyordu. o zaman ki filmlerde de 'rob de chambre'lı, ağzında puro, elinde viski kadehi, amerikan salon filmlerinden transfer edilmiş gibi duran muzaffer tema veya salih güney'i görebilirdiniz. türkçe sözlü hafif batı müziği diye bir deyim vardı. hafif batı ne oluyorsa? hafif batı'nın daha sonradan komple ağır arabistan dolaylarına doğru yol alacağını kestiremedik. arabesk patlamasıyla biz de hepten patladık zaten. ama taklitçilik her daim yakamızda. lady gaga sanıyorum hande yener çıkıyor, ''beyonce da beyazladı mı ne'' diye düşünürken, bir bakıyorum meğerse hadise imiş.
klipler direkt arak zaten. tamam benim de bir tanesinde boy göstermişliğim var ama çekilirken bu kadar da birebir olacağını hissetmemiştim. hatta öyle ki klipte james hetfield gibi bir havada çıkmışım. olsun varsın. aristoteles ''sanat taklittir'' demiş. ondan iyi mi bileceniz? hıh.






17 Ocak 2015 Cumartesi

THE RINGO JETS - Spring of War (Official Video)





 rock n coke fest'te önce yabancı grup sandığım, sonra da 2 gitar bir davul, az mercimek konseptinin başarılı temsilceleri olarak yakın takibe alıp, fanı olduğum ringo jets'in bu klibi kayda değer. ''seyretmeyen varsa da seyretsin yetmez'', grubu da takibe alsın. ahanda web siteleri:  http://www.theringojets.com/ rock n roll haftasonları dilerim.

16 Ocak 2015 Cuma

halay deyip geçme


her ne kadar tipimden belli olmasada türkü severim ve dinlerim. ali ekber çiçek'in, aşık sıtkı baba'dan derlediği haydar haydar ise favori türkülerimdendir diyip konuya gireyim. şu türkü olayını hiç canlı dinlemediğimi farkedince, eski ortağımın girişimiyle hemen bir türkü bara gitme operasyonu yaptık. ilk durağımız bostancı'da ara sokakta yer alan 'barabar' oldu. içersi kalabalık, ilk etapta oturacak yer yok gibi, sahnenin ortasında iki folklorik giysili abim harıl harıl çiğ köfte yoğuruyor, sıra halinde dizilmiş saz ekibi ve ortasında oturan solist ise elinde kırmızı payetli parlak mendili ile türküler okumakta. seyirciler oturdukları yerden türkülere mırıl mırıl eşlik etmekte, erkekler genelde takım elbiseli, kadınlar şık. operaya bile millet bu kadar özenli gitmezken kendimi çok çapulcu hissediyorum. keşke bir ceket alsaymışım üstüme. dövmeli ve rock n roll tipler olarak bizi önce arka taraflarda bir masaya oturttular. sahnenin ortasında yoğurulan çiğ köfteleri beklerken milleti süzüyorum. benim haricimde kimse kimseyle ilgilenmiyor. sokakta bile bu kadar rahat yürüyemezken burası nasıl bir dünyaymış ya? neyse çiğ köfte olayı bitti, dağıtıma başlandı. pist boşalınca, bir anda davul ve zurna ile halay moduna geçiliyor. huşu içinde türkü dinleyenler kendini piste atıveriyor ve halay başlıyor. tarz farklı ama kıyaslama yapacak olursak bildiğin pogo ve headbang yapıyor abicim bunlar. eğilip kalkmalar, bacak atmalar, kafa sallamalar... acaip bir ayin gibi bu. ritm süper bu arada. yerimde sallanmaya başladım da halaya girmeye çekiniyorum. ahanda masalar devriliyor filan. önüne çıkan her engeli yıkıyorlar, ama masalarda oturan seyircilerde panik yok. halay bitince tekrardan saz heyeti yerini alıyor, bu arada bizi ala ala sahnenin en önündeki masaya alıyorlar. solist, bir kadını şarkı söylemek üzere sahneye davet ediyor. hayatımda duyduğum en detone ses, anı olsun diye telefonumu çıkarıp kadını videoya çekiyorum. kadın bana doğru geliyor ve şarkıyı, nağmeler yapıp, boyun kıvırarak bana okumaya başlıyor. fanı sandı herhalde. ben alttan üstten çekime devam ediyorum, bir yandan da boş elimi havaya kaldırmış sağa sola sallıyorum. arkadaşımın kaş göz işaretleriyle kendime geldim. arka masayı kaş göz ediyormuş meğerse. kafamı bir çevirdim ki kadının masasındaki iki adamın hakkımdaki düşünceleri gözlerine yansımış. kurtlar vadisinden fırlamış gibiler, hemen telefonu bıraktım. hatta yere atıp kırsam mı diye de düşünüyorum. geceyi kazasız belasız atlatıyoruz, fakat beni kesmedi bir başka bara gitmek üzere anlaşıyoruz.
2. durağımız pendik sırtlarında esinti kır evi adında bir yer. daha geniş olan bu mekanda ilk dikkatimi çeken şey, sahnede dahil olmak üzere hemen hemen her masada açılmamış bir şişe jack daniels durmakta. yıllardır rock mekanlarında çaldım, müdavimi oldum bu kadar jack'i bir arada görmedim. burdaki müzisyen arkadaşlar daha iyi, bağlamacıyı tek geçiyorum hatta. yine en ön masaya yerleşiyoruz. siparişler geliyor, jackler, rakılar, biralar kebaplar ne istersen var. biz eğlenmesini bilmiyormuşuz ya. pist çok büyük. heyecanla halayı bekliyorum. müsizyenler bir yandan çalıyor, bir yandan da mezeler, kuru yemişler, jack'lerle demleniyor. ne yanlış bir tür seçmişim ya, adamlardaki keyfe bak. beklenen an ve halay! içiçe 2 halay  grubu oluştu bu sefer. dış bölümde dönen grubun halay başısı üç ileri bir geri direkt bizim masaya doğru yönlendi. teyet geçer inşallah diye içimden geçiriyorum ama tsunami gibi üstümüze üstümüze doğru geliyorlar. şişeleri kontrol altına almak lazım, çarpışmaya 15 saniye kaldı. masalar titriyor. 4.6 büyüklüğünde bir deprem sarsıntısı var ortamda. ve baam! masa sarsılıyor şişeleri son anda tuttum, yanımdaki arkadaşım hayatımda gördüğüm en büyük popo çatalını iterek masadan uzaklaştırmaya çalışıyor. kadın nasıl konsantre olmuşsa pantolonu düşmüş farkında değil. demek ki neymiş? halayda düşük bel pantolon giyilmeyecek. ritm sonlara doğru hızlandıkça dönme hızı da doğru oranda artıyor. sürekli bakarsanız hipnotize etkisi var içine çekiyor insanı, dikkatli olmak lazım.  yarım saat kadar süren bu halay seanslarına henüz iştirak edebilme cesaretini gösteremedim ama allahın hakkı üçtür. bundan sonra ilk gittiğimiz mekanda halaya dahil olmayı ümit ediyorum. sahneye ikinci şişe jack gidiyor bu arada, adamlar müzisyenlerine bakıyor mu yoksa öldürmeye mi çalışıyor karar veremedim. bizim çaldığımız rock barlarda bizim sağlığımızla o kadar ilgilidirler ki, mesela içeceğimizi 2 yabancı veya 4 yerli içkiyle sınırlarlar. halayla dalasım geldi bir anda. halay & roll canlar. öpüyorum.

11 Ocak 2015 Pazar

rock is dead! viva l'arabesque!

türkçe rock müzik; arabesk tınıların üstüne az drive'lı gitarların da eklenmesiyle, ağlak sözlerle de pekiştirilerek kulak memesi kıvamına geldiğinde ortaya çıkan bir müzik türü. kendilerini rock kategorisinde görüp, dünya literatüründe yer bulması imkansız olan onlarca grup sayabilirim. mesela zakkum, veya kolpa veya 84... bu grupların iyi veya kötü müzik yaptıklarını söylemiyorum, hepsinin ciddi oranda fanları ve takipçileri var. ''rock'' kelimesinin cazibesi ve asi tavrı müzik gruplarının hoşuna giden tarafını oluşturmakta sanıyorum. ''annenizin hoşuna giden bir müzikse o rock müzik değildir'' diye çok sevdiğim bir laf var. son dönemlerde bir çıkış yakalayan, yoğun depressif ve bol hüzün kokulu, damardan diye tabir edilen,  roman kardeşlerimizin ebru gündeş kaydından çıkıp, bu ağdalı havaya destek verebilmek için kemanlarıyla akabinde rock gruplarının! kayıtlarına girdiğini görüyoruz. rock müzik sevenlerin uyuz olup, kurdeşen dökmeye başlaması da bu yüzden zaten. felsefesi gereği karşı bir duruşu olması gereken, sadece söz ve müziği ile değil, sanatçının söyleyecek bir sözü ve daşaklı bir tavır sergilemesi gerekmekte üstelik. yeni nesil rock grupları, arabesk ve pop sanatçılarının yıllardır diline pelesenk ettiği ''beni siz yarattınız' argümanına, hafif eğik bir küçük emrah kafası ve aç kalmış sokak köpeği kaşı ifadelerinin yeni bir uzantısı olarak devam ediyorlar. amaç bir an evvel ünlü olmak, konser yapmak ve tabii ki para kazanmak. haklı oarak çoğunluğun bu tarz müziğe yatkın olması da rock müziğin yeni sınırlarını çiziyor. sesi kapatsak en iyi ihtimalle country müzik çaldıklarını zannedeceğimiz bir grubu, sesi açmakla birlikte 'dalgalandım da duruldum' coverıyla ters köşe oluyoruz. görüntü rock, icraat türk sanat müziği anlayacağınız. sahne duruşları ve kıyafet seçimlerinin de yeri gelmişken, işin ehli tarafından acil ele alınması gerekiyor. bu arada devreye modacılarımız giriyor. ''rock müzik yapan bir sanatçı nasıl giyinmeli, nasıl bir kıyafet tasarlamalıyım ki müziğiyle tam anlamıyla örtüşsün'' sorularının karşılığını bulabilecek kim var bilemiyorum. ülkemizde john varvatos veya king baby gibi rock n roll mağazalar olmadığına göre metallica dinlerken bile mahzun kırmızıgül hayal eden bir nur yerlitaş acaba rock sanatçılarımıza nasıl kıyafetler tasarlayabilir? sadece klip çekimi için gaza gelip stilistlere kendini teslim eden, daha sonra da sirk trapezcisi veya  abajur kıyafetli elbiseleriyle arz-ı endam eden şarkıcılar da gördü bu millet.

yabancı rock gruplarında olan sahne duruşu maalesef bizim fıtratımızda yok. dost acı söyler, sahnede sakil duruyoruz. bu bir genelleme tabi ama grup müziği yapan ve profesyonel olmasına rağmen sahnede performans olarak yabancı gruplara aşık atabilecek çok az grup görüyorum. 5. albümünü yapmışsın hala markete giderken giydiğin pantolonla sahneye çıkıyorsan git seattle'a taşın belki ikinci bir kurt cobain olma şansını yakalarsın. 60 ve 70 li yıllarda beyaz kelebekler, moğollar, erkin koray veya erol büyükburç videolarına bakın. sahne kıyafetine ne kadar önem vermişler göreceksiniz. dünyada en şekilsiz adamın bile tarzı var aslında. sektör orda o kadar iyi işliyor ki imajsızlık yeri geliyor çaktırmadan imaj oluveriyor. nerd tiplerin, hani şu 3. sınıf amerikan korku filmlerinde ilk ölen kalın çerçeveli, beatles saçlı genç tiplemesi bile çogu grubun imajı oldu, hafızalarınızı bir yoklayın. amacım hiç bir grubun müziğini eleştirmek değil, sadece rock kelimesinin yitirdiği anlama dikkat çekmek istedim. eğer sürç-ü lisan ettiysem affola. rock n roll günler dilerim.

Messer Chups -Chupacabra Twist-





messer chups benim de yeni keşfettiğim bir grup. her ne kadar amerikan stayla görünsede, rusya'nın st. petersburg yöresinden doğmuş bu surf müzik grubu, 60ların rockabilly soundu ve kült klipleriyle gayet dikkat çekici bir maziye sahip. şubat ayında ülkemizde de konser verecekler. ankara'lı şanslı müzikseverler manhattan barda izleme şansını yakalayabilirler. darısı bizim başımıza diyelim. oleg gitarula, zombierella ve dr. boris'ten oluşan grubun, bettie page kopyası bas gitaristi zombierella'nın tiz çığlıkları ve düzgün fiziğiyle ankara'nın puslu havası dağılacaktır eminim.

edit: bu yazıyı yazdığım gün istanbul konseri açıklanmamıştı ya da ben duymamıştım. 6 şubatta roxy'de ön grup softa ve akabinde messer chups'ı izliyor olacağım.

8 Ocak 2015 Perşembe

je suis charlie

''bu hunharca saldırıyı kınıyoruz, islam hoşgörü dinidir bla bla bla''.
çok güzel dedin abi. içimize su serptin, bütün paris halkı sana minnettar. olaya bak yoruma bak. adam gayet rahat aracı yolun ortasına bırakıyor, elini kolunu sallaya sallaya son derece rahat bir şekilde, ortalığı tarıyor, polisi vuruyor, ölmedi diye hızlı adımlarla gidip kafasına sıkıyor, sonra da sağa sola yürüyüp aynı sakinlikle araca dönüyor. kapının altına da ne düşürdüyse onu almayı ihmal etmiyor. rahatlığa bak sen. yahu ben aracımı öyle sokağın ortasına bırakıp, saçımı bile o rahatlıkta tarayamam. polisi öldürme şekli inanılmaz acıklı. tv'lerde o iğrenç görüntü, bir değil, iki değil ama mesela 10 dakika boyunca non stop gösteriliyor. içim eridi resmen. her defasında 'bu sefer vurma noolursun' diye içimden geçiriyorum. adam elini kaldırıp ''yapma şef'' diye merhamet diliyor ama nafile.
bugün adamların eşgali belirlendi. sürate bak. adamlar yolda ninja kıyafetiyle araç sürüyor, kimse de görmüyor, meraksız millet işte. bizde muhakkak bir ev kadını, emekli bir amca, karadenizli vatandaş farkına varırdı. her ne kadar onlar da polise haber uçurmasa da akabinde komiser kolombo tadında yorumlar yaparlardı. adamlar işlerini tereyağından kıl çeker gibi bitirdiler, paris polisi sabahına kardeş olduklarını belirledi. yürüyüşlerinden tanıdılar zaar. büyük ihtimal bu teroristler yakalanacak, kendilerini imha etmezlerse az bir ihtimal de olsa kimin tarafından azmettirildiklerini öğrenicez.
açıkçası beni ilgilendiren kısım terorizmin geldiği boyut. paris gibi medeni bir şehirde adamlara musallat olan belaya bak. mizah yoksunu bir anlayış konuya direkt yok etme mentalitesiyle giriyor. aynı adama çorba içerken ters bir espri yapsan kaşıkla gözünü oyar. yorumlara bakıyorumda ülke ikiye bölünmüş. ''eline sağlık iyi yapmışlar'' diyen var düşünebiliyor musunuz? ben senin o vicdansız kalbine, empatiden yoksun beynine, olmayan mizah anlayışına tüküreyim. insan diye ortalıklarda dolanıp belki de dolmuşta filan yanıma oturuyorsun. o seri katil kılıklı adamlar yarın öbürgün yakalanıp içeri tıkılacak ama sen ve senin gibiler aramızda yaşamaya devam edecek. işte beni de endişelendiren ve sinirimi hoplatan şey bu. sosyopatlar ordusuyla aynı ülkede yaşıyoruz. allah hepimizin yardımcısı olsun.

7 Ocak 2015 Çarşamba

atış serbest

çözüm sürecinin taaa...
pkk'nın taaa...
arapların taaa..
başörtüsü sömürüsünün taaa..
ışid'in taaa..
el kaidenin de taaa...
yobazlığın taaa...
din istismarının taaa..
sağcılığın taaa..
solculuğun da taaa...
siyasetin taaa...

ikiyüzlülüğün taaa...
bencilliğin taaa...
kaypaklığın taaa...
hırsızların taaa...
sigorta şirketlerinin taaa...
bankaların da taaa...
faturaların taaa...

tv kanallarının taaa...
magazinin taaa...
dandik popçuların taaa...
arabeskçilerin de taaa...
kokuşmuş dizilerin taaa..
ağlak senaryolarının da taaa...
reklamların taaa...
yandaş habercilerin taaa...

trafiğin taaa...
minibüsçülerin taaa...
kısa nesafe almayan taksicilerin de taaa...
bozuk yolların taaa...
yol vermeyen şöförlerin taaa...
araç kullanma özürlülerin taaa...
bisiklet yolundan yürüyenlerin taaa...
kaldırımdan son sürat giden kuryelerin taaa...
emniyet şeridinden gidenlerin taaa...

vee daha bissürü şeyin taaa...
artık gönlünüzden ne geçiyorsa...

5 Ocak 2015 Pazartesi

metrobüse binme kılavuzu

kaldırımda kapının denk geleceği bölgeyi iyi ayarlamak lazım ama yeterli değil. kafalarımız sola dönük sıradaki otobüsün gelişini kesiyoruz. yanımdakileri iyi kollamam lazım. sağımda çelimsiz bir kadın var o kolay lokma, ona baskı yapıp, böğrüne ufak bir dirsek hamlesiyle sol tarafından giriş yapmak en mantıklısı. göz ucumla solumdaki  amcanın, şemsiyesinin ucunu sol bacağıma doğru, beni yavaşlatmak üzere uzattığını farkediyorum. ayağımı normalden bir 20 santim daha yukarı kaldırmam gerekecek demektir bu da. arkamdaki sırık muhtemelen boyunun avantajını kullanacak. beni sırtımdan itip, üstümden atlamayı düşünüyor olmalı. o itmeden yarım takla atıp sahanlığı geçmeli, körüğün başındaki tekli koltuğa önce çantamı atıp, akabinde kendi kıçımı yerleştirmeliyim. otobüs de gelemedi gitti. bizim kapı önü yoğunluğu artmaya başladı. ağzında ciklet, kulaklığıyla dünyayı umursamayan görüntüsü, kapı önü sırasını beşleyen kıza gözüm takılıyor. bu tipleme en tehlikelisi. bunların yüksek volümden kulaklar sağırlaştığı için vücutları da darbelere psikolojik hissizleşiyor. omuz atsan, sırtlarındaki komando çantası da darbeyi yarı yarıya azaltığı için etkili olmaz. koç başıyla vurman lazım. ayaklarımı iyice iki yana açıyorum. kollarımı hafif dirsekten büküp, yumruklarımı sıktım. nefesimi kontrollü alıp verirken otobüsün slow motion yaklaştığını farkediyorum. herkes gergin hissediyorum. otobüs şöförüyle göz göze geliyoruz, sırıtıyor pis pis. domuz herif sanırsın airbus pilotu. kapıyı 5 santim kaydırırsa kapının ortasındaki korkuluğa denk gelme olasılığım var ki, bu ciddi anlamda sahanlıkdaki en az 5 koltuğu kaybetmek demek. çocukken sınıfa koku bombası attığımız dönemler aklıma geliyor. dersten kaytarmak için ampülü sınıfta patladırdık öyle bir koku salardı ki bütün okul bahçeye boşalmak zorunda kalırdı. osursam aynı etki olur mu acaba ya? yanaşamadı bu şöför de. lodoslu havada iskeleye yanaşamayan acemi laz kaptandan sonra, ya bu da acemiyse? ya kapıyı kaldırımdaki bölgeye denk getiremeyip ıskalarsa. akbili yediririm yemin ediyorum. bu kadar gerilimin sonunda amcaya bakıyorum, koçan gibi maşallah. daha sakin olmam lazım. ahanda durdu, kapı açılıyor. amca da şemsiyeyi açtı kafadan 3 kişiyi blokladı. arka ve ön kapıdan binenler kurşun hızında sağlı sollu birbirlerine omuz atarak otobüs içinde koşturuyorlar. komando çantalı, kulaklıklı kız ağzındaki cikleti yere attı. ona basmamak için ayağımı yana atınca 2 kişiden darbe yiyip önüme geçmelerini engelleyemedim. arka 4 lüde bir yer gördüm. cılız kadının omuz darbesini iyi karşılayıp uçarak arka 4lüye ulaştım. tam oturacakken kadının teki pazar çantasını sandalyenin üzerine koyup ''melahat gel yer tuttum saa gııız'' diye böğürdü. ulan noluyo? yine ayakta kaldım. arka kapıdan inip bir sonraki otobüsü beklemeye koyuldum. şu soldaki cüce zayıf halka gibi. onun yanına yerleştim sıradaki otobüsü bekliyorum.

free bag symphony & the vatka band

bu iki fotoğrafı yanyana getirince zamanın modasını takip konusunda ne kadar hassas davranmışız onu farkettim. bir allahın kulu da çıkıp aga bu vatkalar ne diye sormamış. bel çantaları keza öyle. pantolonun üstüne hem de tam ortaya yerleştirmişiz. yiğidin malı meydandadır'a bir gönderge mi mevcut bilinçaltında bilmiyorum. sertab'la olan foto 80 li yılların sonu olmalı. eurovision finalleri hatırası için çekilmiş ama ne parçayı hatırlıyorum ne de sonucu. çok eğlenceli günlerdi ama. aysel gürel'i de o vesileyle tanımıştım nur içinde yatsın. hayatımda tanıdığım en matrak ve tatlı deli bir kadındı. ilk tanıştığımızda ankara stad oteli lobisindeydik. onun sözlerini yazdığı bir parçayla roma'da ülkemizi temsil edecektik. bana kurduğu ilk cümle ''kaydını yaptırdın mı?'' olmuştu. ne kaydı diye saf saf düşünürken ''benimle olmak için sıra numarası alman lazım canım'' demişti. tabi bu cümlenin aslı biraz daha açık saçıktı, ben biraz daha terbiyeli yazdım. argo konuşma ona yakışıyordu ama şimdi ben burdan yazsam terbiyesizlik etmiş olurum. prova günleri haricinde herkes roma'da fink atıyordu.  vatikan gezisi sırasında o kadar kalabalığın içersinde sapsarı saçları, mini eteği ve koca çerçeveli renkli gözlükleriyle aysel, elinde koca bir taş tutmuş bize doğru geliyor bir yandan da bağırıyordu; ''papa'ya verdim taşını düşürdü rahatladı'' diye... otobüs şöförünün dikiz aynasından onu kestiğini farkedince bize anlattığı hikayeyi yarıda kesip, takma dişlerini bir anda çıkarıp ''böyle nasılım kaptan'' diye buruşan dudaklarıyla öpücük göndermişti. adam koca otobüsü kaldırıma çıkarıyordu şaşkınlıktan.
cinecitta, roma'nın sinema şehri anlamına gelen meşhur film stüdyolarının olduğu bölgenin adı. eurovision o sene ordaki stüdyolardan birinde yapıldı. toto cutugno sunuyordu, hani şu meşhur lasciatemi cantare adlı eserin bestecisi. izel, reyhan karaca, can uğurluer solistlerimiz, grup olarak da gür akad, murat çimenli(davul) ve ben klavyede idim. (evet klavye bas değil). ilk provada klavye yerine bas gelmiş, yunanistan hemen itiraz edip elenmemiz gerektiğini iddia etmişti. sonuçta bağırdıklarıyla kaldılar. sonradan istediğimiz remote keyboard geldi ve burun topuk koreografisiyle çalar gibi yaptık. cinecitta'nın içinde gezmek acaip keyifliydi. western dekorlu koca kasabalar, eski roma heykelleri gerçek boyutlarında yapılmıştı. üstüne oturduğumuz çeşmeyi bile gerçek sanmıştık. o da alçıdan yapılmıştı halbuki. daha sonra tek elle koca çeşmeyi kaldırdık, kıracaktık az kalsın.
vatkadan nerelere geldik hey gidi günler. ne cep telefonu var ne de internet. ne hatırlıyorsan o. fotolar bile hafif sararmış ama güzel olan ve baki kalan; arkadaşlıklar, muhabbetler, yeni yerler, yeni insanlar ve güzel anılar. o zaman videoyu da ekleyelim ve o güzel günleri seyredip yad edelim. hadi hep birlikte 'lasciatemi cantare' diyoruz... (türkçe meali; bırakın şarkı söyleyeyim)





4 Ocak 2015 Pazar

cızırtılı plaklara kılım

çocukluğumdan beri plak alırım diyecem saçma olacak çünkü zaten çocukluğumda sadece plak ve kaset vardı. kaset pek sevmezdim, istediğin parçayı ileri geri sarıp, bulması zor olurdu, üstüne üstlük fazla nazikti, kopardı, içinde takılır düğüm olur, düzeltmek için imanımız gevrerdi. bantı düzeltip kopmuşsa seloteyple yapıştırırdık. sarmak için bazen kalem yardımına başvururduk ki şu an yeni nesil için bunun tarifini burdan yapamıyacağım. ulu önder gugılda muhakkak resimli tarifi vardır baksınlar bir zahmet. ama plak öyle miydi ya? kaset saray soytarısıysa, plak kraldı. özen isterdi. dolma tutar gibi tutulmazdı, parmak izi kalmasın diye itinayla iç kabından çıkartılır, pikaba yerleştirilir, tozu alınır, iğne usulca plağın üzerine bırakılırdı. dinleme esnasında çişin bile gelse mahal terkedilmez, parçanın bitmesi beklenirdi. plak kapakları görsel şölenler sunardı. plağa, long play veya tam çevirisiyle uzunçalar da denilirdi. sevdiğimiz grupların üyelerinin fotolarını veya ne giyip ne içtiklerini buralardan takip eder, şarkı sözlerini ezberler, kimlere teşekkür etmişler incelerdik. malum internet yok, doğru düzgün rock dergileri de yok, kapaktaki en ufak bir detay bile saatlerce incelenirdi. o dönem hastası olduğum grupların başında gelen 'yes', osibisa, uriah heep, asia, budgie gibi grupların illustratörü roger dean tarafından çizilmiş kapaklar, kullanmadığım halde bende lsd etkisi yaratırdı. müziği dinlerken, kapaktaki dünyanın içine girerdik ki daha o zamanlar orta dünyadan hobbitlerden filan haberimiz yok bittabi. plak halen alıp, aynı zevkle dinliyorum. hatta an itibariyle bu yazıyı yazarken, rahmetli dio'nun ölmeden 1 sene önce çıkan heaven and hell'den bible black adlı eseri pikabımda dönmekte... tekrardan, ülkemiz de dahil olmak üzere plak satışları bir ivme kazandı. bu ilgi sevindirici olmakla birlikte, şımarık bir kesimin bilinçsizce fiyatlar ödeyerek aldığı kondüsyonu 5 para etmez plaklar yüzünden çok ilginç 2. el fiyatlarının  oluşmasına da neden olmakta maalesef.
çoğu insan hala plak çıtırtısının çok nostaljik olduğunu ve o çıtırtılı müziği dinlemenin plağın olmazsa olmazı olduğunu düşünmekte ve sonsuz yanılmaktadır. plak iyi bakılırsa, raflara düzgün yerleştirilir, iğne bakımı, temizliği yapılırsa 30 sene de geçse çıtırtısız bir şekilde müziği dinleyebilirsiniz. en ufak çıtırtı duyduğumda benim için o plak değerini yitirir bu da böyle biline! bu herhangi bir kolleksiyoncu için de böyledir.
plağı üstüste yığıp  kitap muamelesi yapan sahaflardan plak almak kadar rizikolu bir durum olamaz. plağı dinleyerek alma lüksüne sahipseniz ve tanıdık sahaf arkadaşınız varsa onları tenzih ediyorum yine de. istisnalar kaideyi bozmaz diyerek eğer istanbul'da yaşıyorsanız uygun 2. el plaklar için kazaskerdeki plak-i, geniş arşiviyle caferağadaki rainbow 45, akmar pasajı içinde zihni müzik, ankara'da oturuyorsanız tunalı pasajı alt katındaki shades'e uğramayı ihmal etmeyin. sahibinin bilgisinden, vakti varsa ve başı kalabalık değilse yararlanmayı da unutmayın.
2. el plakların, bizde yurtdışına oranla daha pahalı olduğu gerçeğini bir kenara bırakırsak, satış grafiğinin yavaş da olsa kıpırdaması umut verici. mp3 gençliğinin dikkatini çekmek için mp3 e convert edebilen pikaplar yapıp, dikiş seti de satan mağazalarda satılan pikaplara da kılım diyerek plağın 2. yüzünü çevirmek üzere kalkmam gerekiyor. çişim de geldi zaten. iyi dinlemeler.

3 Ocak 2015 Cumartesi

çocuk dilenciler

bir insan neden dilenir? acaba işsiz güçsüz kalsam ben de dilenir miydim diye sordum kendime. muhtemelen dilenemezdim. empati yap, onlar fakir insanlar ekmek bulmak, 2 lokma sıcak yemek için sürünüyorlar cümleleriyle gelenler olacaksa da hemen yan tarafımdan geçip uzasınlar. biz dilencilere onlara acıdığımız için değil başımızın gözümüzün sadakası olsun diye para veriyoruz. onların durumuna düşmeyelim, başımıza kötü bir kaza gelmesin veya beladan korunmak ve uzak durmak için, cebimizdeki bozuklukları onlara toka ediyoruz. bir nevi dokunulmazlık diyeti yani. yoksa adam açsa, yaptığın yemekten götür versene kardeşim. ver çorabını, pantolonunu, paylaş ekmeğini tahinini. ama işin kolayı varken gerek yok. atarsın 2 liracık alan memnun veren memnun. bunları anlatmamın nedeni geçen gün kozyatağı üst geçidinde gördüğüm taş çatlasa 5- 6 (yazıyla beş, altı) yaşındaki kız çocuğu yüzünden. dünya güzeli bu bebenin, bu soğukta ayakları çıplak, üzerinde ince bir hırka, kafada bere yok, elinde kaval annesi tarafından oraya milletin duygularını alt üst etsin  de 3 kuruş kazansın diye bırakılmış. büyük ihtimalle anası da biraz ilerdeki avm'nin önünde ya çiçek satıyordur ya dileniyordur. ikilem şu ki çocuğa acıyıp para vermek, onu bu bedbaht hayattan ve iğrenç, aşağılık ebeveynlerinden kurtarmayacak. başımın gözümün sadakası diye verilen her kuruş onu, eğer zatürre olmaz veya soğuktan donmazsa, daha çok kazanması için sokaklarda dilenmeye devam etmesini sağlayacak.
dövme dükkanı işlettiğim dönemde dilenen çingene çocuklarını ve ailelerini baya gözlemleme fırsatım oldu. anneleri çocukları bölgelere yerleştiriyor, daha sonra onları görebilecek köşeye yerleşip belirli aralıklarla toplanılan paraları almaya geliyorlardı. bozuk paraları kaçamak gofret almak için çorabına saklamaya çalışan çocuğu annesi farketmiş, eşşek sudan gelene kadar dövmüştü. anne dediğim kadın da taş çatlasa 20  yaşında idi. düşünün kaç yaşında doğurduğunu artık. bu arada toplanılan bozuk paralar bir süre sonra yanımızdaki kuruyemişçiden anında tamlanıyordu. hepsinin cebini sallasan, benim cebimdeki paradan daha fazla mangır dökülür. çalışmaya bile taksiyle gelen bu dilenciler ağlak edebiyatını iyi biliyorlar, ters bir laf ederseniz de dünyanın en çirkef insanı olurlar ve hayatınızda duyamayacağınız küfürleri işitirsiniz. yaşlı bir amca vardı mesela, titrek sesli, kore gazisi olduğunu iddia eder, caddede yaşayanlar varsa tanırlar, iki büklüm şekilde kağıt mendil satar. gerçi en azından dilenci değil. sadece ağlak ağlak satması sinirimi bozuyordu. belediyeden zabıtalar geldiğinde o titrek amca yerini 110 engelli yarışçısına bırakmıştı. örnekleri çoğaltmak mümkün, bankada onbinlerce lirası olan dilencileri gazetelerde okumuşsunuzdur. daha fazla uzatmadan diyeceğim şudur ki çocuk dilencilere para vermeyin. elbise, oyuncak, kitap, yemek verin ama asla ve kat'a para vermeyin. iyi insan olun başınıza bir şey gelmez zaten, o çocukların dilenmesine sebep siz olmayın. eğer içiniz fesatsa zaten deve kesseniz ne fayda. çocuk pornosu için feryat figan ettiğimiz kadar bu konuda da sesimizi yükseltmemiz gerektiğini düşünüyorum. dilencilik bir meslek unutmayın. onuru olan her insan muhakkak para kazanmanın bir yolunu bulur. bizlerin acıma duygusunu istismar eden bu insanlara kılım. hadi allah versin.

2 Ocak 2015 Cuma

obsesif aşk



canım istanbulum, çatalkaram, çingenem,
nar tanem, nur tanem, bok çukurum, bozuk yolum,
seni çok seviyorum.

canım istanbulum,
bebeğim, nişantaşım, sahil yolum,
trafiğin, kuyruğun, keşmekeşin
canım benim, güzel şehrim, seni çok seviyorum.

birikmiş çöplerin, kokmuş köprüaltın,
patlak kanalizasyonların,  bozuk kapaklı rögarların,
canım istanbulum, seni çok seviyorum.

sis çöker, küf kokar, sel götürür, ılgıt ılgıt buram buram
yolları çöker, köprüsü tıkanır, kornaları öter, bülbülleri susar.
köpekleri aç, insanları mutsuz, mehtabı kayıp, şirazesi kayık
canım istanbulum nar tanem nur tanem bir tanem... seni çok seviyorum.

kozmopolit şehrim, her telden her cinsten, her tipten
magandan, suriyelin, arabın, davarın ve su katıksız malın
karışık istanbulum seni çok seviyorum.

canım istanbulum yedi tepeli aşkım
avmlerin, gökdelenlerin, bitmez inşaatların, butik gecekonduların
yüksek kaldırımların, tophanelerin, boğazkesenlerin, bıçkınların, külhanbeylerin
yarim istanbulum seni çok seviyorum, gözlerinden öpüyorum...

                                                                                                      orhan deli. 2015



i love kyiv

yılbaşına yabancı bir ülkede girmeye karar verince önce italya'ya gidelim dedik. vize işlemleri için hummalı çalışmama rağmen, parmak izi safsatası yüzünden vizeyi yetiştiremeyince vize gerektirmeyen ülkeleri mercek altına aldık. önce montenegro, rusya derken, hem otel hem de uçak fiyatları inanılmaz uygun olan kiev'e gitmeye karar verdik. malum şöhreti dolayısıyla türk erkeklerinin sadece, tarihinden çok kızlarıyla haşır neşir olduğu bu şehir gerçekten görülmesi gereken yerlerden biri. buram buram komünizm kokan yapıları, göz alıcı katedralleri, geniş yolları, meydanları insanın gözünü kamaştırıyor. mevsim itibariyle - 9 larda seyreden hatta yer yer -15 hissedilen havasına rağmen fellik fellik dolaşmaktan kendimizi alıkoyamadık. genelde saatte bir ısınma amaçlı  ya bir cafeye ya da bir mağazaya girip ısıyı depolayıp gezmeye devam etmek en akıllıcası... metro ağı inanılmaz gelişmiş olmakla birlikte dikkatimi çeken yürüyen merdivenlerin sürati oldu. bu sürate rağmen nerdeyse 5 dakika boyunca metroya iniş sürüyor, varın uzunluğunu siz hesap edin. bu arada metro fiyatını vermeden geçemiyeceğim. 2 grivna yani 30 kuruşcuk. paramızın değerli oluşu yüzünden kendinizi bir an türkiye'de tatile gelmiş bir alman kadar zengin hissedebiliyorsunuz. yeme içme gerçekten ucuz, 1 tl.ye bira içip 15 liraya 2 kişi tıka basa doyduk.
havanın soğukluğundan ötürü herkes kutup ayısı gibi giyindiğinden, ukrayna'nın güzel kızlarının efsaneden ibaret olduğunu söyleyebilirim. yaz aylarında etek boylarıyla doğru orantılı bacak ve malum bölgenin haricinde bir yere bakılmadığı için kızların güzelliği alıp yürümüş ama bana göre abartılacak bir durum yok. kadınların çoğu kürk giymeye bayılıyor. adamların çoğu da yerlere tükürüyor. yerlerde donmuş tükürük lekelerinden bir süre sonra mideniz kalkabiliyor. onun haricinde gayet temiz bir şehir, yollarda birikmiş bir çöp dikkatimi çekmedi. ingilizceden ziyade tarzanca anlaşabiliyorsunuz hatta direkt türkçe konuşsanız sanırım daha rahat edersiniz. 2 saat ''tea'' istemeye çalışırken haa ''çay'' diyen kıza beavis & butthead salaklığıyla bakakaldım.
kiril alfabesini de çözmekte fayda var, tabelalarda her ne kadar ingilizce açıklama da olsa ihtiyaç olabiliyor.
votka o kadar çeşitli ve ucuz ki, o kadar hastası olmadığımız halde ısınmak için bir tane çantaya, bir tane odaya ve hediye etmek üzere arkadaşlarımıza aldık. gümrükte bavulumuzu açsalar sanırım alkolik sanıp direkt tedavi için balıklı rum'a transferimizi sağlarlardı.


yeni yılı karşılamak üzere kendimize 2 bar belirledik. biri red rock bar diğeri ise art 44 club adında canlı müzik olan rock barlar. bize daha yakın olduğu için 2.sini tercih ettik. adresi kaydedip yola koyulduk. kiev'in en baba caddesi olan kreşatik üstünde olan barı, gps'in azizliği sayesinde o soğukta git gel 2 kez yürüyerek zar zor bulduk. incecik bir pasajın içinden geçmemiz gerekiyormuş meğerse. gecekondu kapısı gibi bir kapıyı açıp girişin mütevazılığıyla alakası olmayan çok şık bir club'a girdik. bar kısmına yerleştik. ingilizce mönü yoktu ama kiril alfabesini 5 gün zarfında çözmüş olmamız işe yaradı. seyahatimiz boyunca pek türk'e rastlamamıştık ama koca klüpte ukraynalı kız avına çıkmış türklerin yanına düştük. tarz olarak yanlış klüp seçtikleri aşikardı. yanımızda oturan arkadaş o kadar sarhoştu ki grubun çaldığı rock parçanın finalinde ''anlamıyorum ama alkışlıyorum'' şeklindeki yorumuna kulak misafiri olduk. noktalama işareti olarak küfür seçimleri de hoş olmamakla birlikte, duymazdan gelip müziğe kulak kabarttık. önlerinden geçen her kıza sulanan arkadaşlar gece boyunca çalıştılar ama maalesef ülkeye döndüklerinde anlatabilecekleri başarıya ulaşamadılar. en azından o barda. kıyafet konusunda da hala rugan ayakkabı, siyah kumaş pantolon, ekose ceket ve hatta ceketin üst cebine iliştirilmiş mendil ve olmazsa olmaz beyaz gömlek hangi moda anlayışı kafam basmıyor. rock bara gelmiş damat adayı gibilerdi. neyse, yeni yıla yine abaza olarak girdiler, ona üzüldüm ayrı.
yılbaşını istanbul'da geçirseydik 'ne harcardık, kiev'de ne harcadık?'a bağlayıp konuyu kapatiyim bari. bara girişte 200 grivna verdik, duble single malt ve jack'in bardağı da 100 grivna. yani gel alkolik ol diyorlar adama. istanbul'da kazanıp burda yaşamanın yollarını aramaya başladım bile. i love kyiv.


 ufak not:
bağımsızlık meydanında geziyi andıran fotoğrafları görünce hayli duygulandım. sanırım biz bu konuda ukraynalılar kadar başarılı olamadık.