29 Eylül 2014 Pazartesi

yaşam savaşı veren şehirli

action!!

kapıdan dikkatlice başımı dışarı uzattım. sakin görünüyordu ortalık. uzaktan işçilerin matkap sesini duyuyordum. kaskımı başıma taktım ve duvar kenarından dikkatlice yürümeye başladım. inşaata yaklaştıkça daha temkinli olmalıydım. uzun demir çubukların üzerinden bir kedi kadar usulca süzüldüm. vinçteki kalaslar 6. katın orda sallanmaktaydı. bir yandan da yolu kesiyordum. aksi gibi yağmur da ahmak, salak dinlemeden topumuzu ıslatmaktaydı. yoldaki su birikintileri korkutucuydu. derinliğini kestiremediğim için, çukur olma ihtimaline karşın, kalasların kafama düşme tehlikesi olmasına rağmen, vincin altından geçmeye karar verdim. hızlı adımlarla bir yandan su birikintisini, bir yandan kalasları keserken başımdan aşağı kovalarca su boşaldı. süratli gelen aracı atlamış ve bütün birikmiş suyu kafamdan aşağı yemiştim. çantamdan havluyu çıkarıp kurulandım. yedek iç çamaşırı da almıştım yanıma. onu da ofiste değiştirirdim artık. öküz herif! ilk direğe çıksındı inşallah. direk deyince mahalledeki elektrik direğinin bel vermiş yüksek akımlı kablolarının altındaydım artık. en azından bugün de kopmaması için sabah ezberlediğim dua işe yaramış ve minibüs caddesine ulaşmıştım. en uzun ve en yürek hoplatan kornayı çalan minibüse bindim. kalbim küt küt atıyordu. hayvan oğlu hayvan vapur düdüğü taktırmış olmalı ki bağırsaklarım da çalışmaya başladı. sert bir frenle midemdeki ifrazatı da öndeki kadının ayaklarına boşalttım. o sert fren arkadaki minibüsçünün reflekslerine yenildi ve adam bize arkadan bir güzel giydirdi. toplu sex fantazisi için çok beter bir durumdaydım. bizi bir başka minibüse naklettiler. içerde 45 kişi civarındaydık ve ama fakat şöför hala yolda bekleyen koca götlü karıları da bizle kaynaştırmaya kararlıydı. nefessiz kalma, soğuk terler dökme, kan şekeri düşmesi ve bilumum panik atak hallerini arka arkaya geçirerek metrobüse vardık. ben kapıdan inmeyi beklemeden minibüsün tavanındaki pencereden kendimi dışarı attım. kırmızı ışık bekle diyordu ama millet zaten sıkışmış trafiğin arasında araçların kaportalarının üzerinden atlıyordu. ''ne medeniyetsizler'' diye içimden geçirip yeşil ışığı beklerken üstüme kurye motorunun süratle yaklaştığını gördüm. son anda direğe tırmandım, bacağımı kasası sıyırıp geçti. kaldırımın üzerindeki tek medeni insan olarak benim yaşamamı istemediği gün gibi aşikardı. ''sokarım böyle işe'' deyip yüzerek karşıya geçtim. 2 minibüs, bir kurye, bir belediye otobüsü ve 2 taksinin ezme girişimlerini başarıyla atlattım. metrobüse son 20 metre kalmıştı. oynak parkelerin üzerinden enfes kalça hareketlerimle geçip, çamur parkurunu minimum hatayla bitirdim. bitmiş akbilimi doldurmak için kuyruğa girdim, aradan kaynayan bir kaç kişiyle ''biz salak mıyız, aptal mıyız'' tartışması yumruklaşmaya dönüşmeden kotarıldı. kapıya denk gelecek bölgelerde insanların arasına kaynadım. omuzlarıma vatkalarımı taktım. doğuştan dar omuzlu olmanın dezavantajları işte. yer kapmak istiyorsan; ya rugby oyuncusu, ya kucağında çocuklu turbanlı, ya da koca götlü penguen gibi yürüyen kadınlardan olman lazım. o penguenlerin ne sağından ne solundan geçebiliyorsun, ellerini de öyle bir açıyorlar ki, sağ veya sol kroşeyle nakavt olman işten değil. en sonunda körükte güzel bir yer kaptım. 2. duraktan sonra, körükteki güzel pozisyondan ziyade körüğün bir parçası olarak yoluma devam ediyordum. nefes almak için cebimdeki çakıyı çıkarıp körüğü kestim. asıl sorun nasıl inecektim. acaba şu körüğü iyice parçalasa mıydım? metro transferi için ineceğim durağa geldik. arkamdaki adam omuzumdan bastırıp, üstümden atlayarak benden önce inmeyi başardı. nazik bölgelerimi korumaya çalışarak kapıdan içeri girmeye çalışanlarla, konserlerde bile yapmadığım ve uzak durduğum pogo'yu yaptık. sağ böğrüme sıkı bir darbe aldığım halde rakibimin karaciğerine çalışarak vaziyeti lehime çevirdim. kaldırıma düşmekten son anda yırtarak kendimi bir panonun arkasına atıp biraz nefeslendim. daha yürüyen merdivenler vardı. tekbir getirip palayla dalsam şu kalabalığa yırtar mıydım acaba? akıl sağlığımı korumalıydım, emin adımlar ve ya sabır çekerek dar yürüyen merdivene kendimi kabul ettirdim. ve lakin çalışmıyordu ulan. yürüyen merdiven yürümediği ve ben yürüyen merdivenin üzerinde yürüdüğüm zaman bende baş dönmesi efekti yapıyor. önümdeki kızın üstüne yığılmışım. ''aa sapık'' diye bağıran kızın kafama vurduğu şemsiye dipçiğiyle kendime geldim. durumu anlatmakla uğraşmadım. kendini hala dünyanın en güzel kızı zanneden kaknem karı bağırmaya devam ediyordu. metro gelişini haber eden esintiyi hisseder hissetmez kaskımı vatkalarımı düzeltip pozisyonumu aldım. 2 penguen, bir bond çantalı iş adamı, 3 sakallı imam hatip öğrencisinin arasına kaynayıp en ön vagona sayelerinde yerleştim. ne kadar hızlı gidiyordu şu metro. ne rahatlık, ne pratik. toplu taşıma araçları herşeye rağmen iyi diye düşünürken pis bir metal yırtılma sesi geldi. inşaat çubuğu gibi bir demir son sürat üstümüze geliyordu...

veee kestik...

24 Eylül 2014 Çarşamba

emefel

bir zamanlar kalamışta deniz kıyısında bir çay bahçesi vardı. köhne diye bilinirdi ama hatırladığım kadarıyla ne kapısında ne camında bu isimde asılı bir tabelası yoktu. adıyla müsemma olan bu salaş mekan, tahta masaları ve sandalyeleri, her daim demli çayı ve müdavimleriyle bizlerin vazgeçilmez durağıydı. evden çıkılınca ilk gelinen duraktı burası. zaten pek fazla da seçenek yoktu o zamanlar. bir nevi müzisyenler kahvesiydi. insanların sadece çay içtiği bir yer değil, her konuda fikir alışverişi yaptığı bir yerdi aynı zamanda.
neyse uzatmayayım ben de müdavimiydim buranın. arkadaşlarımla, o zamanlar çay bahçelerinde içki yasak olmadığı için, biralarımızı da burda içerdik. punk naci, danger ali, junk sabih, deha gibi arkadaşlarımın yanı sıra o zaman pek ünlü olmayan panço mithat, mazhar, fuat da kahvenin müdavimleriydi. bir gün mazhar ''yahu levent, fuat'la yeni bir grup kurmayı düşünüyoruz, bize katılır mısın'' diye sordu. ''düşüneyim abi'' dedim. çünki bizim o zamanlar ra' diye bir grubumuz var ve underground piyasada onlardan daha çok havamız ve adımız var. ya da öyle sanıyoz. gençlik işte. tabii ki kabul etmedim. daha sonradan yine mekanın renkli simalarından özkan gruba dahil oldu. ''emefö'' diye bilinen grup ben kabul etsem ''emefel'' olacaktı. hayat işte, kısmet değilmiş.

 köhne çay bahçesi ve tiplemeler dışında, tamamen uydurduğum bu  hikayeyi nil karaibrahimgil'de çalıştığımız dönem, grup arkadaşlarıma anlatmıştım ve onlar da yemişlerdi. uydurduğumu bir süre sonra itiraf ettim ama nil duymamış olacak ki, sağda solda bu hikayeyi gerçekmiş gibi anlattığına şahit olunca uçarak susturmuştum. bir şey değil fuat abinin kulağına bir gitse, mazereti gereği zaten sinirli, kafamda gitarı parçalar. 
haftaya; crosby, stills, candash ve young hikayesinde, sonradan nash gruba nasıl dahil oldu onu anlatacağım. o gerçek ama. valla billa...

18 Eylül 2014 Perşembe

entel hüsn-ü mübarek

her hafta sonu operaya gider.
lady gaga'dan nefret eder.

evinde sadece klasik müzik plakları bulunur.
lady gaga'dan nefret eder.

jazz konserlerini kaçırmaz.
lady gaga'dan nefret eder.

tv de sadece belgesel kanalı açıktır.
lady gaga'dan nefret eder.

tiyatro, sergiler vs elit yaşam ondan sorulur.
lady gaga'dan nefret eder.

müzikal altyapısı çok sağlamdır.
lady gaga'dan nefret eder.

sanat tarihi ondan sorulur.
lady gaga'dan nefret eder.

3 enstrümanı virtüozite derecesinde çalar.
lady gaga'dan nefret eder.

yabancı müzik dergilerini okur.
lady gaga'dan nefret eder.

yurtdışındaki festivalleri takip eder
lady gaga'dan nefret eder.

avrupa sinemasını yalayıp yutmuştur.
lady gaga'dan nefret eder.

kompozitördür.
lady gaga'dan nefret eder.

2 opera 4 senfoni eseri vardır.
lady gaga'dan nefret eder.

12 ton müzik üzerine araştırmalar yapmış, konferanslar vermiştir.
lady gaga'dan nefret eder.

müzik estetiği ve müziğin toplumsal rolüyle ilgili kitap yazmıştır.
lady gaga'dan nefret eder.

yüksek armoni ve kotrpuan bilgisine sahiptir
lady gaga'dan nefret eder.

sanırsın yani...






13 Eylül 2014 Cumartesi

maestro maggi



yıllar yıllar önce maestro maggi vardı. hocamız. büyük müzisyen, piyanist. uzun bembeyaz saçlı, kocaman çerçeveli gözlüğü, kırmızı yanaklı, babacan, yüzündeki tebessümü eksik olmayan harika bir insan. italya'dan göçmüş ve buraya yerleşmiş. st. antuan kilisesinde pazar günleri ayinde org çalardı. aynı zamanda devlet opera ve balesinde korrepetitör olarak görev yapmaktaydı. bir gün onu kiliseye dinlemeye gittiğimde beni çaldığı orgun yanına yukarı çıkardı. inanılmaz ihtişamlı  görüntüsü olan bir orgtu çaldığı. kat kat tuşları, ileri geri sürgülü beyaz düğmeleri, devasa boruları ve kilisenin yüksek duvarlarında yankılanan sesiyle insanın nefesini kesen bir görüntüsü vardı. insanlar huşu içersinde dua ediyorlar, papazın vaazlarını dinliyorlardı. vaazın ara bölümlerinde maestro maggi orgtan ufak pasajlar çalarak dualara eşlik ediyordu. herkes inanılmaz temiz giyimli ve şıktı. sanki opera seyretmeye gelmişlerdi. düzenli bankların üzerine kimi oturmuş, kimi de diz çökmüş şekilde dualarını mırıldanıyorlardı. maestro maggi ayin bittikten sonra insanlar kiliseyi terk etmeye başlarken bir anda bach'tan tocatta'yı çalmaya başladı. herkes bir anda yerine mıhlandı ve büyülenmiş gibi oldukları yerde eseri sonuna kadar dinlediler. bir tek kişi dışarı çıkmadı. bach dinlemek için en uygun mekanlardan birindeydim. tüylerim diken diken olmuştu. eser bittiğinde her zamanki mütevazılığıyla bana dönüp gülümsedi. ''che magnifico'' diye mırıldandı. ''si maestro'' diyebildim sadece ağzım açık...

bu hikayeyi niye mi yazdım? ortalıkta dönen bir video var. bizim topraktan bir vatandaş gittiği yabancı ülkede, kilise ziyaretinde orgun başına geçip ankara'nın bağlarını çalıyor. hem kötü çalıyor, hem de kötü söylüyor. insanımız da gayet şuursuz bir şekilde gülüyor ve bunla eğleniyor. insanların dini vecibelerini büyük bir saygıyla yerine getirdiği bir mekanı taverna havasına dönüştürmekte bir sakınca görmüyor. seviyesizliğin, sanat yoksunluğunun, insana ve yabancıya saygısızlığın ve terbiyesizliğin doruklarına varan bir toplumun bireyi olmaktan bir kez daha utanıyorum. öğretmen olduğunu öğrendiğim bu tip soytarıların, çocuklara, gençlere neyi öğreteceğini çok merak ediyorum. empatiyi mi? müziği mi? resmi mi? tarihi mi? neyi ya neyi? bir tane adam da çıkıp ''lan dangalak ne yapıyorsun sen orda'' diyemiyor mu? o muhteşem yapının içinde, allahın evi olmasını geçtim, yapıdaki sanat dokusunu, heykelleri, işlemeleri, kubbeyi, resimleri göremiyor mu? hayatında hiç bach, vivaldi dinlememiş mi? rönesansı duymamış mı?  empatiden bu kadar yoksun bir insanın, tavernadaymışçasına rahat hareket edebilme cesareti nerden gelmekte?
ben, kendi insanlarım adına maestro maggi'den özür diliyorum. kulaklarımdan asla gitmeyecek o mükemmel, olağanüstü, muhteşem (magnifico) bu ufak konser anısını bana yaşattığı  için de binlerce kez tekrar teşekkür ediyorum. toprağı bol olsun, nur içinde yatsın.



12 Eylül 2014 Cuma

büyük şehir yaşam kılavuzu

yerlere çöp at. tükür.
mümkünse burnunun tek kanadını kapa, sümkür.
yol verme. 
bol küfürlü konuş.
hile yap.
taciz et.
ter kok.
vergi kaçır.
ağaç kes.
betonu sev.
her konuda ahkam kes.
yasak olan yerlerde sigara iç.
izmaritini yere at.
geğir.
osur.
özür dileme.
burnunu karıştır.
hap yap. yuvarla, fiske yapıp uzağa fırlat.
engelliler için yapılan asansörleri kullan.
emniyet şeridini kullan.
kırmızı ışıkta geç.
sürekli korna çal.
çekirdek çıtlayıp, geleni geçeni kes.
laf at.
tespih salla.
tespihi sallarken bıyık bur.
taşakları uluorta düzelt.
bacaklarını en uç noktada açarak otur.
okuma.
sanatla ilgilenme.
arabesk dinle.
göbek at. roman havası dinle.
popçik parçalar dinle.
düğünde havaya sık.
evde karıya sık.
hızını alama, yolda seni sollayana sık.

sabahtan akşama yerli dizi seyret.
oynayanları gerçek hayatta da dizideki isimleriyle çağır.
magazin kültürünün dibine vur.
seda sayan seyret. 
sanatçı diye pespaye ne kadar şarkıcı varsa fanı ol.
5 vakit namaz kıl ama 1 vakit duş alma.
kaldırımdan yürüme.
kaldırıma parket.
bisiklet yolundan yürü.
koşu yolunda motor sür.
meskun mahallerde sürat yap.
malzemeden arakla.
kaçak elektrik kullan.
suyu açık bırak, aksın.
tuvalete pet met ne bulursan at tıkansın.
yabancıları kazıkla.
hesap sok.

ya da git sinirlerini aldır, bir kutu xanax yut. 
kulaklarını tıka, gözlerine at gözlüğü tak.

hiç olmadı tükür gitsin, osur bitsin.
gaark.




7 Eylül 2014 Pazar

tarkan anıları 2



sene 1995. tarkan turnesinin ilk ayağı new york ile başlayacak ordan ver elini avrupa ve sonrasında türkiye konserleriyle devam edecek. ahmet san menajerliğinde nerdeyse 6 aylık turne programımız belli. ne günlermiş. şimdi bırakın 6 ayı, 1 hafta sonra vereceğimiz konserin çalma garantisi yok. basılan turne kitapçıklarında hangi gün, saat kaçta, nerden hareket edeceğimiz, nerelerde konaklayacağımız, soundcheck saatleri, konser saatleri, kalacağımız oteller vs.. her şey ayrıntılarıyla belirtilmiş. bayağı kalabalık bir kadroyuz. o zamanki grup gür akad (gtr), recep özçakır (klasik gtr), aydın şeref (davul), 2010 yılında kaybettiğimiz  hakan beşer (perkusyon), hakan avuncan (klavye), mert topel (klavye), ümit sayın ve ebru aydın (vokal) ve beni de sayarsanız 9 kişi sahne üstündeyiz. o sıralar new york'ta yaşayan ilhan erşahin de misafir sanatçı olarak 1 parçada tarkan'a eşlik edecek. ayrıca asistanlar, gardrop, doktor, masör, korumalar derken ufak çaplı bir klan gibiyiz. new york'da vereceğimiz  konser, uydudan ilk defa türkiye'de eş zamanlı gösterilecek. hepimizde büyük bir heyecan var. konser vereceğimiz mekan bir çok rock gruba ev sahipliği yapmış, 3000 kişi kapasiteli, meşhur palladium concert hall. düşünsenize bruce springsteen, kiss, frank zappa, iron maiden gibi grupların konser verdiği mekanın sahnesinde çalmak ne harika bir his. tamam tür biraz tutmuyor ama orasını es geçiyoruz... bütün hazırlıklar tamamlanıyor ve konser günü gelip çatıyor. limuzinle konser mekanına doğru yola çıkıyoruz. mini bardan viskiler içiliyor, saçlar kabartılıyor (o zamanlar var), takılar, çizmeler filan baya herkeste bir bon jovi tripleri... halbuki birazdan oynama şıkıdım şıkıdım çalacaz...
o konserde giymek için new york'ta bir mağazadan çok hoş bir beyaz gömlek ve pantolon aldım. kulise geldiğimizde hafif buruşuk olan gömleğimi, sonradan ütülemek üzere idareten askıya astım. kuliste muhabbet ederken tarkan'ın yakın koruması talat geldi. tarkan sinirli ''gömleğimi hala niye ütülemediniz?'' diye talat'a çıkıştı. talat şaşkın, gömleğin çoktan ütülü olduğunu ve dolaba astığını söyledi. tarkan yerinden kalkıp gitti ütüsüz gömleği alıp geldi. iyi de ütüsüz diye getirdiği gömlek benim gömleğim. bu sefer devreye ben girdim ''o gömlek benim'' diye. talat da ütülenmiş gömleği getirdi. paralel gömlek. kuliste bir gömlek curcunasıdır gidiyor. ya  koca new york'da sen git o kadar mağaza, ve hatta o kadar binlerce gömleğin arasından benle aynı gömleği al. demez mi ''sahnede giyme aynı gömlekle çıkmayalım''. iyi de çıplak mı çıkacağım? ben bu konser için özel aldım o gömleği. ''yok'' dedim ''giyecem''. giyersin giymezsin tartışmalarının sonucunda sahneye, tarkan'ın giymediği ve bana hediye ettiği başka fırfırlı bir gömlekle çıktım.

görüntüsü kötü olmakla birlikte konserin videosunu buldum. tam anlaşılmasa bile videoda gözüken gömlek bahsettiğim gömlek. şimdi bakıyorum da bol, düz, hiç bir özelliği olmayan bu gömleğin nesini sevmişim anlamadım. fırfırlı gömlek daha havalıydı sanırım. iyi ki pişti olmuşuz.

2 Eylül 2014 Salı

Winger - Tin Soldier (Official / New Album / 2014)





kip winger, reb beach, john roth ve rod morgenstein ve yeni albüm 'better day comin' huzurlarınızda. hadi dinleyelim ve yağlarımızı eritelim. bir de rod morgenstein'in performansını atlamayın arada. rock on.

1 Eylül 2014 Pazartesi

tarkan anıları 1

sene 93 olmalı tarkan yeni yeni parlamaya başlamış, daha henüz ön dişleri ayrık, kıl oldum abi parçasına biz erkekler tamamiyle kılız, ama bütün genç kızlar o zaman meşhur olmayan ama günün meşhur cümlesiyle ''tarkan'ın dötünün kılıyık'' tavrında ayılıp bayılıyorlar. tarkan'la ilk tanışmam erekli stüdyoda gerçekleşiyor. daha ilk albüm aşamaları, aranjör ozan çolakoğlu, o zamanki menajeri ve aynı zamanda ilk albümdeki çoğu parçanın söz yazarı alpay aydın ve yapımcı mehmet söğütoğlu ile laflıyoruz. bir yandan albümü dinliyorum, bir yandan da parçaları beğenmeyip, ''tutmaz lan bunlar, işiniz zor, söyleyecek ajan nerde?'' filan gibi enfes tespitler yapıyorum. kayıt masasının arkasında kısa boylu, genç bir çocuk dansediyor. ''nasıl figür lan bunlar'' diye içimden geçiriyorum ki daha sonra meşhur tarkan dansı olacak bu hareketleri, her yeni çıkan pop star adaylarının %95 i yapacak. tamam bir nostradamus değilim ama bu kadar da madara olunmaz ki? kayda giriyoruz, 'oldu canım ara beni' adlı eser smokie'den uyarlama, o parçadaki vokaller benim. bu durumda bir müzeyyen senar olamasam da ilk düeti tarkan'la ben yapmış oluyorum. toplamda 5 parçaya yaptığım vokal kaydıyla, m. söğütoğlu ödeme esnasında bütçe çok kısıtlı o yüzden bu kadar verebiliyorum derken yüzlerce kez teşekkür ediyor. nerdeyse parayı almiycem, içimden ''yazık ya tutmayacak, çöpe gidecek paralar'' filan diye düşünüyorum. kafama sıçem, satış üzerinden 50 kuruş alsam, (o albüm en az 1 milyon sattı), torunum bile ihya olurdu...
aradan 1- 2 sene geçmiş olmalı, tarkan konserleri tüm hızıyla devam ediyor. o sıra aacaipsin isimli albüm fena patlamış, albümdeki bütün parçalar herkesin diline pelesenk olmuş. bu albümle birlikte, tarkan yurt dışı turne programı da belli, herkes heyecanla turneyi bekliyor. albümün ilk konseri yeşilköy'de bir mekanda yapılacak, akabinde de hemen almanya'ya gidilecek. o zaman grubunda bas çalan arkadaşın ağır uçak fobisi olduğu için, avrupa turnesine otobüsle yola çıkması gerekiyor. benden, onun yerine çalmamı rica etti. böylelikle 2. albümün ilk lansman konserinde de çalmak üzere konser mekanına gittim. soundcheck esnasında bir de baktım ki almanya yolunda olması gereken basçı arkadaş tur otobüsünü kaçırmış, o yüzden yana yakıla, vizem varsa benim gidip gidemeyeceğimi soruyor. yahu 2 gün sonra yola çıkılacak, 1 günde kim vize alabilmiş? ama durun! tarkan'sa akan sular duruyor işte. torpiller de devreye girince, konsolosluk işlemleri yarım gün sürdü ve ben sabah gittiğim binadan öğlen elimde alman vizesiyle çıktım. basçı arkadaşın bu disiplinsiz hareketi ona pahalıya patladı ve tarkan'ın grubuna bu şekilde dahil oldum. kısmete bak, 2 sene önce kayıt işinde atıp tuttuğum sanatçıyla senede 2oo konserlik bir maratona çıkıyordum.
yanlış hatırlamıyorsam almanya'nın çeşitli şehirlerinde 15 konser verdik. hepsi full ve süper geçti. yurtiçi ve yurtdışı da dahil olmak üzere konser vermediğimiz şehir kalmadı. grup o kadar eğlenceliydi ki, muhteşem yerler gördük, süper konserler verdik ve bir o kadar da güzel, komik ve ilginç anılarımız oldu.
turne hikayeleri bir başka yazıya kaldı ama tutmaz diye düşündüğüm bir işin, stad konserlerinde 30 bin kişiye çalmak da süper bir duyguydu. tarkan'la 3-4 seneye yakın çaldım. daha sonra yollarımız ayrıldı ama çok eğlendiğim ve anlaştığım, muhteşem bir ekiple birlikte çalmanın hazzı hala aklımda. önce kıl oldum abi ama sonra gördüm ki  a acaipmiş...

fotoğrafta görüldüğü üzere bel çantası o dönem çok moda olmalı ki hepimiz bu çirkinlik abidesi çantayı kullanmışız. 94 yılı almanya turnesi soldan sağa; recep özçakır ( klasik gtr), tarkan, nostradamus (bas), aydın şeref (davul), gür akad (gtr) ve ebru aydın (vokal)

üstteki fotoğrafta da tarkan'ın yanında mert topel (klavye) ve ümit sayın (vokal) var.