29 Aralık 2015 Salı

italya'da pizza başkadır


italyanlara hastayım. adam hamuru alıyor, havaya atıyor, eviriyor, çeviriyor, pataa atıyor tezgaha, alt kademeye salça üstüne mozzarella veya mantar prosciutto vs. al sana pizza. dünya şapur şupur yiyor. undan kaleler yapan gözlemeci teyzelerimiz, lahmacun ustalarımız, karadenizli pidecilerimiz kıçlarını yırtsalar nafile. spagettiyi tam pişirmeden ''al dente'' denilen kıvamda önüne dayıyor. üstüne parmigiano'yu bol bol serpiyor, sen de kamışla kola içer gibi höpürdete höpürdete yiyorsun. soslu kıymalısına spagetti alla bolognese demiş,  bologna şehrini sübliminal mesaj olarak milletin kafasına kazıyor. biz de mantımızla hala kendi çemberimizde, çorba kaşığının içine 40 tane sığıyor ama diye böbürlenelim. var mı lan mantı alla kayseri mesela dublin'de?
 müzikal anlamda da hayli mükemmeller. halkın çoğu zaten potansiyel şarkıcı. adam mikrofonu seyirciye bir uzatıyor nerdeyse bir tane bozuk ses yok, hayvan gibi eşlik ediyorlar çok affedersiniz. biz ise o ses türkiye'de ne kadar karga sesli varsa dinliyoruz.
italyanlar bize benziyormuş. tip olarak belki güneyliler benziyor olabilir, keşke müzikte, moda veya tasarımda da benzeseymişiz. adam da ceket yelek giyiyor kravat takıyor, manken sanırsın. aynı kıyafeti bizimki giyiyor al sana kurtlar vadisi tiplemesi.
noel öncesi como'da turlarken sokaklar süslenmiş, stantlar kurulmuş, atlı karınca'da sadece çocuklar değil onların sayesinde anne babalar da eğleniyor, sıcak şarap kokuları mis gibi insanı kendine çekiyor, peynirler, şekerlemeler, oyuncaklar, hediyelik eşyalar satan klübeler kurulmuş. gülmeyen tek insan yok herkes mutlu mesut yılbaşı kutlamasına hazırlanıyor. biz de ise noel, yılbaşı kutlanmaz savsatası tartışılıyor mesela. günleri kutlamasını sevmiyoruz biz. sevgililer gününe de karşı çıkarız, yılbaşına da. kimi para tuzağı olarak görür, kimi de adetimiz değil der. halbuki amaç ''gün kutlamak bahane dostlarla, insanlarla kaynaşma şahane'' olmalı değil mi?
sokaklar cıvıl cıvıl, insanlar cıvıl cıvıl, dükkanlar, evler cıvıl cıvıl. mutlu, huzurlu ve güleryüzlü bir halk. daha ne ister ki insan?
o kadar kalabalıkta kimse kimseyi de pandiklemiyor işin ilginç tarafı. hırsızlık olabilir ama yine de dikkatli olmak lazım. her yerde bir kanı bozuk var sonuçta.
milano'ya yolunuz düştüğünde muhakkak bir trene atlayıp como gölü'ne gidin. yarım saat yola değecektir. dar sokakları, katedrali, şirin evleri, renkli dükkanlarıyla çok güzel vakit geçirirsiniz. ister gölün etrafında turlayın ister cafelerinde oturup mis gibi espressonuzu için. günübirlik dahi gitmiş olsanız bütün negatif enerjinizi burda salmanız garanti. madem pizzayla konuyu açtık yine pizzayla kapatalım. buyrun size son kıyağım; bol seçenekli, lezzetli ve uygun fiyata pizza yemek isterseniz buraya mutlaka uğrayın. http://www.peachpit.it/ ciao amici...


13 Aralık 2015 Pazar

geziyorum o halde biliyorum


epeydir yazmadığımı farkettim, konular birikmiş ama motivasyon bitik olunca elden bir şey gelmiyor. son bir kaç aydır yakın arkadaşlarımın veya göz aşinalığımız olan tanışlarımın beni görünce ilk takıldığı ''amma da gezdin mevzuu''. kabul ediyorum son dönemlerde biraz da iş sebebiyle turlamalar yaptım. leyleği havada gördün diyen arkadaşlarıma tek diyebileceğim ''leyleği havada görmedim, bizzatihi leylekle çıkıyorum.'' kız arkadaşım kendi tabiriyle tam bir travel junkie. e gezmeyi kim sevmez? dürtmesi yeterli oluyor. gezmek sanıldığı gibi pahalı bir işlem değil aslında. sadece uygun fırsatları doğru zamanda kullanmayı bilmek gerekiyor. istanbul'da  bir günde harcadığımız parayla kiev'de 5 gün geçirmiştik mesela. son dönem gittiğimiz yerlerden helsinki, ki avrupa'nın en pahalı şehri olmasına rağmen, çok fazla ekonomimizi sarsmadı. sato adlı ev/otellerde günlüğü çok uygun fiyata kaldık. gerçekten ev gibi ve çok şık design edilmiş. içinde ocağı,bulaşık makinası ve hatta mikrodalga fırınına kadar her alet mevcut. şehrin merkezine çok yakın olduğu için her yere yürüyerek ulaşabildik. marketten alışveriş yapıp kahvaltı ve akşam yemeğinizi de evde yediğiniz vakit, hem fazla para harcamamış hem de bir süre sonra turist değil de orda yaşıyormuş hissine kapılıyorsunuz.
bol bol yürüyerek şehri nerdeyse 2 saat içinde öğreniyorsunuz. çoğu meydan veya büyük merkezlerde süper hızlı wi-fi olduğu için kaybolma riskiniz nerdeyse sıfır. daha önceden belirlediğimiz adreslerin çoğu zaten tesadüfen karşımıza çıktı. rastgele bulduğumuz yerler de olmadı değil. mesela tavastia clup bunlardan bir  tanesi idi. geldiğimiz ilk gün kendimizi kapısının önünde bulduk. o akşam da şansımıza dan reed network konseri olmasın mı? bir anda gözlerim parladı. bilgi almak için klüpten içeri girdiğimizde grup sahnede soundcheck yapıyordu. bir süre onları izledik daha sonra bir görevli bulup konser saatini öğrendik. ön grup 20:30 ana grup da 21:30 da sahneye çıkıyormuş. gayet efendi saatler. böylelikle, bizde yaşanan, ertesi günü iş olduğu için konsere gidememe bahanesini adamlar bertaraf etmiş. konser fiyatlarını merak edenler için söyliyim; bir bilet 26 euro, bir bira da 8 euro civarında. bağdat caddesinde yabancı biraların 20 - 27 lira arasında satıldığı göz önüne alındığında, avrupa'nın en pahalı şehri de kimmiş lan? diyesi geliyor insanın.

helsinki ahalisi saç bakımına çok düşkün olmalı ki şehir kuaför kaynıyor. nerdeyse her sokağa bir kuaför düşüyor. klasik bir sakal traşı için 65 euro fiyatı görünce, berber esnafının neden bu kadar fazla olduğu anlaşıldı haliyle. gelin kafası anasının dinidir bu durumda.
finli arkadaşlar tükürmeye çok meyilli. kız erkek farketmiyor. kiev'de de dikkatimi çekmişti. çok soğuk iklimlerde tükürük salgısı mı artıyor acaba? hele gayet zarif çıtı pıtı sarışın finli kızımız haayk tu şeklinde okkalı tükürüğü önümüze fırlatınca içimiz kalkmadı değil. suriyeli mülteciler nasıl becermişlerse buraya kadar gelmişler ve dilencilik sektörünü ele geçirmişler. çoğu sahibi ıraklı olan ve nispeten en ucuza karnınızı doyurabileceğiniz mekanlarda falafel veya pita döner baya revaçta. 5- 6 euroya mis gibi doyarsınız. ama yok ben adam gibi yemek yiyecem diyorsanız bir tabak mama fiyatı 25- 30 euroları bulabiliyor. keyfiniz bilir.
benim gibi plak severler için harika plak dükkanları var. inanılmaz bir arşivi olan bu dükkanlarda aklınızı kaybedebilirsiniz. music hunter isimli plak dükkanını es geçmeyin. labirent gibi olan dükkanın içinde sadece plak değil, nerdeyse bütün sanatçıların, grupların imzalı poster, plak veya fotolarını görebilirsiniz, ve hatta görmekle kalmayıp parayı bastırıp alabilirsiniz de...

gitmişken müzik dükkanlarına uğramasam olmazdı. merkezde 2  adet müzik dükkanı var amma velakin enstruman olarak fazla zengin değil. ama efekt pedalı istiyorsanız custom sound adlı dükkana muhakkak uğrayın. fin yapımı dark glass electronic firmasının ürettiği pedalları denemenizi tavsiye ederim. bir de dip bilgi olarak tax free mevcut.

şehrin bir başka güzelliği ise nüfus az olduğu için koca koca sokaklarda ferah ferah gezmeniz. belediye otobüsleri gayet dakik. yazılan saat neyse o saatte durakta oluyor. bilet aramanıza/almanıza gerek yok çünkü şöför satıyor. sabırlı millet. 5 saat şöförün bileti kesmesini, para üstü vermesini sakin sakin bekliyor. bana bir türk olarak afakanlar bastı ama sabırlı halkı takdir ettim gerçekten.
fellik fellik caddeleri arşınlarken güzel sürprizler de olmadı değil. mesela nightwish'in klavyecisi tuomas sevgilisiyle karşımıza çıkmasın mı? grubun hayranı olan kız arkadaşım ''aa tuomas bu''deyince bir süre takip ettik nedense. arkasından bağırdım ama tınmadı. iki şarap içip bizim sektörün boktan durumunu anlatmayı planlıyordum adama.
3 günde şehrin didik didik edip dönme vakti gelince bavullarımızla otobüs durağına kadar yürüdük. havaalanı aşağı yukarı 1 saat kadar uzaklıkta. ama taksiyle gitmenize gerek yok. yarım saatte bir havaalanına kalkan 615 nolu otobüse binip 6 euroya gidebilirsiniz. finlandiya'da ne işim var ya diyorsanız kadıköy'de ayı veya zeplin'de kaldırım üstünde bira içmesi çok keyifli. ya da taksimde araplarla omuz omuza gün de gayet renkli ve sevimli olabilir. bir başka seyahatte görüşmek üzere. bye bye.













10 Kasım 2015 Salı

yazıklar olsun


dün dikkatimi çeken sosyal medyada atatürk ile ilgili çoğu arkadaşımın hiç bir paylaşımda bulunmamasıydı. ne var bunda diyeceksiniz? bu kadar hassas olunacak pek bir şey görmeyeceksiniz belki. ben öyle düşünmüyorum ve hatta düşünemiyorum işte. moral olarak çöküntü yaşadığımız ve bu yüzden neye saldıracağımızı şaşırdığımız şu günlerde birlik ve beraberliğimizi kaybetmememiz gerekiyor. bize bıraktığı devrimlerin ve bilgilerin ışığında olduğumuzu belirtmenin nesi yanlış? bir insana duyulan vefa, minnet, saygı ve sevginin neresi, hangi ara kim tarafından putlaştırılma addedildi? ilkokullarda bağıra çağıra duygulanarak okuduğumuz andımızı hangimiz silah zoruyla söyledi? azınlıklar dahil kimse bundan bir rahatsızlık duymazken, hepimiz güle oynaya şu ülkede yaşamanın tadını çıkarırken, kimin kafasına taş düştü de ne mutsuz ve hazımsız bir millet olup çıktık? ne zaman atatürk fotosu paylaşanın, sevgisini ve bağlılığını ifade edenin kendi arkadaşları tarafından bile azarlanabildiği bir ruh haline girdik? sağdan soldan edinilen saçma sapan bilgilerle ezmeye çalıştığınız bu büyük insanın, dönemin bütün zorluklarına rağmen ülkeyi bugünkü konumuna getirmesindeki en büyük payını nasıl unuttunuz? demogojik siyasi söylemlerin kurbanısınız. tarihini inkar eden sahtekarsınız. en azılı teroristin kendi aşağılık liderine duyduğu saygıyı kendi liderinize duymayacak kadar vefasızsınız.
yazıklar olsun.

18 Eylül 2015 Cuma

örümcek kafa festivali


festivaller neden vardır? niçin insanlar eğlenceli etkinlikler düzenlerler? çim biçme makinası yarışı neden düzenlenir mesela? domates festivali, peynir yuvarlama festivali, çocukların üzerinden atlama festivali, kırmızı turp festivali ve hatta italyanların meşhur portakal savaşı festivali. neden vardır renkli, eğlenceli, insanların deşarj olmasını sağlayan bu kadar festival? hı?
bu sabah gazetede bir haber vardı. almanya'da senelerdir düzenlenen octoberfest, müslümanları rencide ediyormuş, millet sabahlara kadar içiyor ve çıplak sokaklarda dolaşıyormuş. rahatsız oluyormuş çok hassas din kardeşlerimiz. örümcek kafa festivali düzenleyelim bunlara. sabahtan akşama çığırsınlar, birbirini yesinler.
bu ortadoğu kültürsüzlüğü kadar beni rencide eden bir şey yok arkadaş. ben de imza kampanyası başlatacağım. başka ülkelere göç etmeleri yasaklanmalı bu sığ kafalıların. insanın en büyük özelliği düşünebilmesi ve gittiği yere uyum sağlayabilmesi iken bu manda kafalılar her yere kendi yasakçı zihniyetlerini taşımakta ve insanların geleneklerini, eğlence anlayışlarını, barış ve huzur içinde yaşamalarına çomak sokmaktalar. yahu kardeşim sana ne? rahatsız oluyorsan kendi ülkene dönsene. aynı sefil hayatını orda yaşa senin gibi olmayan insanları da rahat bırak.
adam bütün sene it gibi çalışmış, 1 ay bir kafa dağıtacak onda da istediği gibi eğlensin. ister içer ister sıçar kendi ülkesi. tahammülsüzlük genlerine işlemiş. hoşgörü desen sadece kitapta bir kelime. ne adap bilirsiniz, ne düzgün giyinirsiniz, ne bir vizyona sahipsiniz, ne tarihinizi korursunuz, ne sanattan anlarsınız. varsa yoksa kebap, göbek havası, deve güreşi, ayı bayılması... kadınlarınızı kapar ama gittiğiniz  ülkelerdeki kadınlara yiyecek gibi bakarsınız. ensest sizde, akraba evliliği sizde, hayvanlara tecavüz sizde, kafa kesme, kol koparma sizde. ne huzursuz bir coğrafyasınız yahu siz!
sizi kim sevsin? adam gibi oturup, uygar bir ülkede yaşamanın avantajlarını kullanıp, o ülkenin bütün olanakları size sunulmuşken iyi de, 2 tane bira içerlerken tu kaka mı? kardeşim iç sen de bir rahatla ya. cennete filan gitmicen. ot gibi yaşayıp çürüyüp toprak olacan, 2 ay sonra kimse de seni hatırlamayacak. şu güzel dünyada, otun, böceğin, havanın kıymetini bir anla önce. hem kendine hem çevrene bir faydan olsun. hiç bir halt yiyemiyorsan o cenabet ağzını kapa da insanlar bir huzur içinde yaşamlarını sürsün. la havle ya.

7 Eylül 2015 Pazartesi

bokluk

3 günlüğüne gittiğim dedeağaç'ta neler yapılır, nerelere gidilir, neler yenir içilir onları yazacaktım ama an itibariyle caydım. çünkü biz eğlenmemeli, yeni yerler görüp vizyonumuzu genişletmemeli, yeni tatlar tatmamalı, maceralar yaşamamalı, yöresel bilgiler edinmemeli, mümkünse her gün mal gibi söylenmeli, trafiklerde sürünmeli, şehit haberlerine ağlamalı, lanet okumalı, mültecilerin hayatlarını dert edinmeli, bok gibi yaşamımıza daha da bok yaşamlar eklememize izin vermeli, siyasetin en iğrencini doya doya yaşamalı, gittiğimiz her yerde kazıklanmalı, itilmeli kakılmalı, kadınları dövmeli, gençleri sövmeli, ateistleri sikmeli, sunnileri sevmeli, alevileri ve bilumum azınlıkları hiçe saymalı, yasaklara yasaklar katmalı, sosyal medyada her boka diş bilemeli, ''her gün gidecem bu siktiğimin şehrinden'' diye söylenmeli, meymenetsiz ve basiretsiz yönetimlere boyun eğmeli, müzik dinlememeli, sadece futbolla vakit geçirmeli, festivaller, etkinlikler yapmamalı, yapanlara ana avrat sövmeli, yollara tükürmeli, kafa kafaya tokuşmalı bir hayat sürdürmeliyiz. 
gidip komşunun da huzurunu kaçırmaya hiç gerek yok. adamlar fıstık gibi hem işlerini yapıyorlar, hem tavernalarına, cafelerine gidiyorlar, çoluk cocuk sokaklarda güle oynaya dolaşıyorlar, hayatlarına mis gibi devam ediyorlar. bize müstehak. topumuzun kafasına sıçiyim. bu da böyle bir yazı oldu hadi dağılın şimdi.

27 Ağustos 2015 Perşembe

zeytinli fest 2015


zeytinli, pırasalı, otlu peynirli festival esprilerini saymazsak mükemmel bir festival oldu diyebilirim. 20 bin azgın ama bir o kadar da efendi, çoğunluğu hayli genç harika bir seyirci profili vardı. katılan grupların şarkılarına ayrım yapmadan aynı heyecan ve çoşkuyla eşlik ettiler. ben bu sene 1. gün aylin aslım'la, 2. gün demir demirkan'la, 3. gün kaz dağlarıyla ve 4. gün nemrud'la sahne alarak festivali kapattım. hava çok sıcak olduğu için gündüz genelde klima altında otel odasında vaktimi geçirmekle birlikte, ana sahnenin hemen arkasındaki otel odasında kaldığımdan, bütün grupları seyredemesem de dinleme imkanı buldum. sadece cover çalan grupların performansları beni pek etkilemedi. keşif sahnesinde keşfedilmek ve bestelerini duyurmak isteyen grupları daha çok takdir ettim ki bunlardan bir tanesi eskiz'di. inşallah hakkettikleri yere gelirler. sokaklar, kaldırımlar, evlerin bahçeleri ve bilumum her köşe rock bar önü gibiydi. bu kadar genç nüfusun kavgasız gürültüsüz birlikte aynı havayı solumaları, koca konser alanındaki meşhur fidanın festival bitiminde bile hala dimdik ayakta kalması, gelmeseniz bile ne kadar barış dolu ve saygılı bir festival olduğu konusunda bir fikir verecektir diye düşünüyorum. 
kaldığımız tatil köyü nerdeyse zeytinlinin yarısını kaplıyordu. odadan resepsiyona bile yürüyerek 5 dakikada varıyorsunuz. nefret ederim. ilk gün herhangi bir yönlendirme olmadığından resepsiyona kahvaltının nerde olduğunu sordum. kız ''restoranda'' diye cevap verdi. kızın, kahvaltının çamaşırhanede olma olasılığını düşündüğümü sanmasına ne neden oldu bilmiyorum. üstelemedim, teşekkür edip kokuya doğru yöneldim. her kolumuza bir bant taktılar. boynumuza da sanatçı kartlarımızı taktık. kimini yemeğe, kimini festival alanına kimini kulise girerken gösterme amaçlı olduğunu sanıyorum. 4 gün boyunca suratımıza baksa tanıyacak olan güvenlik personeli kolumuza boynumuza bakmaktan helak oldu. koluma taktığım bantların bir tanesine öyle bir barkod koymuşlardı ki kendimi 10 kiloluk zeytinyağı gibi hissetmeme neden oldu. 2. gün çıkarıp kopardım.
 sahne üstü line check almamıza rağmen enfes bir duyum vardı. bütün tonmaisterlerimizi kutluyorum harika bir iş çıkardılar. sadece aylin aslım ve demir demirkan'da kısa da olsa pa'den giden ses moralimizi biraz bozdu. kral tv şalteri attırmışmış. kral tv yi bari komple festten attırıp hayatımızdan bir çıkarsak ne rahatlarız diye düşünmeden kendimi alamadım. rock festte neden pop bir kanalın sponsor olmasına da anlam veremedim. iş ilişkileri diyelim geçelim. hayır ne olacaktı vh1 mı gelecekti ayrıca?
kulis tuborg tarafından yapılmıştı. gayet şık minderler, masalar ve hatta koltuklarla döşenmiş. ilk gün nerdeyse biralarla duş yapan arkadaşlar yüzünden ertesi gün fıçı biraya kaldık. 2 çerez almayı akıl edemeyen cimri tuborg'u kınıyorum bu arada.  kan şekerim düşünce prodüksiyon ekibinden bir arkadaştan sandviç getirmesini rica ettik. o arkadaş o günden sonra ortalıkta görünmedi hayatından endişe ediyoruz. bana getirdiği dürüm sayesinde kan şekerimin düşmesini engelleyen, sevgili zeynep okyay'a ayrıca burdan teşekkürlerimi iletiyorum. 
son gün nemrud'la ana sahnede 2. grup olarak sahne aldık. güneşin altında çalmanın keyfi de ayrı güzel. kısa süremiz olduğundan albümün sadece 2 parçasını çalabildik. aslında bulutsuzluk özlemi gibi yapıp bizden sonra çalacak gruba kurdeşen döktürebilirdik ama gönlümüz elvermedi. sahneyi tadında bırakmak her zaman iyidir. konserlerde görüşmek üzere!

12 Ağustos 2015 Çarşamba

idealist müzisyen kafası

yıllardır müzik sektörünün içindeyim. gelinen nokta o kadar vahim ki inanılmaz sinirleniyorum. ilk başlarda üzülüyordum, daha emekliyoruz, 20 sene sonra anca düzelir gibi fikirlerim vardı. 20 değil 30 sene geçti daha da geriledik. geçen gün festivalle ilgili bir tweet attım. anında tepkiler geldi. her fikre saygım sonsuz. ama kafamın basmadığı durumlar var. festivalde bazı gruplar para almadığı halde çaldı ki bunlardan bir tanesi de biziz. bir kaç şarkıcı ve grup da kaşeleri ödenmediği için çıkmamayı yeğlediler. şimdi para almadan çıkıp çalan grupların organizatörü desteklercesine sahne almayan gruplara verdikleri tepkilere anlam veremiyorum. neymiş oraya para verip insanlar gelmiş onları seyretmek için, çok ayıpmış bla bla bla. festivalde çalışan teknik ekipten 2 genç arkadaşla yaptığım muhabbette grupları olduğunu ve ankara'da bir barda sahne aldıklarını öğrendim. gecede 5 saat çalıyorlarmış ve aldıkları ücret anca taksiye yetecek düzeyde. müzisyene  ünlü ünsüz farketmeden sömürme mantığı her kademeye yayılmış durumda. işin vahimi müzik yapan insanların bu durumu kabullenmeleri. festival konusuna dönersek başarısız organizatörün beceriksizliğini kabullenip bütün grupların bir ağız olması gerekirken, teki çıkıp ''rock böyle gelişecek elimizi taşın altına koyacağız'' diyor. yahu rock mu var ülkede allasen? nereye nasıl gelişiyor? taşın altına elimizi değil bütün örgenlerimizi koyduk bi skim geliştiği yok hiçbir şeyin.  diğeri ''gelen seyircinin ne günahı var adımızı oraya yazdırmadan düşünecektik'' diyor. sevgili müzisyen kardeşlerim bu bizim problemimiz değil. zaten senin orda sahne alman rock müziği filan da geliştirmiyor ayrıca. sadece bu işi yapan adamların gözünde ''bu salak müzisyenler duygusal adamlar ne de olsa her durumda çalarlar'' olgusunu tetikliyorsun. hadi çıktın çaldın, çıkmayan gruba niye bok atıyorsun? sana ne. festivalin ilk günü sağanak yağışın akabinde brandası delik sahnenin yüzünden klavyelerimiz, pedallarımız bozuldu. kendi aracıyla 1000 km yol yapan müzisyen arkadaşımızın, geldiğimiz o kadar yolun, saatin ve emeğin karşılığı bu mudur? kim ödeyecek bu zararları? ara sıra olur böyle şeyler gibi amatör bir mantığı aklım almıyor. ara sırayı geçtim hiç olmamalı kardeşim böyle şeyler. herkes işini yapacak, bahane üretmeyecek. ''100 liraya barlarda çalan grupsun, 2 kişi daha tanıdı kötü mü oldu diyen'' organizatörün ağzına oturtmasını bileceksin. ''ben her halukarda çalarım abi de'' diyebilirsin o zaman çeneni kapatacan oturacaksın oturduğun yerde. benim yerime de ahkam kesmeyeceksin. bu gelişmemişlik kervanına pay veren müzisyenlere allah akıl fikir versin diyorum. ''kredi kartı borcum için de ''rockçıyım ben, fest patladı o yüzden ödeme yok'' dedim. güldü veznedeki kız.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

festival anıları 1


grup olarak sabah erkenden yola çıktık. ülkenin en baba rock festivallerinden rock am ring'de çalacağız. havaalanından bizi karşılamaya bir araç geliyor ve kalacağımız otele doğru yola çıkıyoruz. aşağı yukarı 1 saat kadar yol yapıyoruz ve salaş bir motelin önünde duruyoruz. hava çok sıcak. bize verilen isimle motelin ismi tutmuyor olsa da sakince araçtan iniyoruz. isimlerimiz o otele bildirilmemiş çünkü orda sadece backline ve güvenlik ekibi kalıyormuş. şöför telefonla doğru otelin adresini öğreniyor ve tekrar yola çıkıyoruz. ufak çaplı kaybolmalar, çıkmaz sokaklara girmeler ve bindiğimiz jipin özelliklerini bilmeyen şöförün bize kapı yerine bagajı açması gibi aksilikleri saymazsak her şey yolunda. neyse gitaristimiz bagajdan, davulcumuz da aracın sunroof'undan çıkıyor. otele girip odaya yerleşip yemek yemeyi filan konuşuyoruz saf saf. ama organizatör oda ödemelerini yapmadığı için ''siz biraz turlanın beyler, size oda açamıyoruz'' diyorlar. restorana gidip bir şeyler yiyoruz. sade makarna dışındaki yemeklerin tadı o kadar kötü ki kedilere veriyoruz ama onlar da yemiyorlar. ağzıma attığım turşu adeta kezzap suyunda bekletilmiş gibi. gece 12 ye kadar muhabbet sonrası artık odalara giriş yapabiliriz ümidiyle tekrar resepsiyona yollanıyoruz. tam o anda elinde para balyasıyla görünen organizatör herr dietz ''şimdi odaları hallediyorum'' diyor. ''über alles'' diyorum ümitsizce. bu almanlar çok lakayıt ya!

oda sıcak hemen klimayı açıyorum, ve duş almak üzere banyoya yollanıyorum amma fakat (kelimenin aynı anlama geldiğini biliyorum kuvvetlendirmek için yazdım ukalalık yapmayın)
gel gör ki ne sabun ne şampuan hiç bir şey yok. 15 dakikadır çalışan klimadan da sadece sıcak hava geliyor. balkonu açıyorum ve kafama gül dalları düşüyor. işi gücü bırakıp dalları balkon demirine sarmaya çalışıyorum. elime dikenler batıyor, nem an itibariyle % 100 olmalı. nefes alamıyorum son bir hamle resepsiyona gidip durumu anlatıyorum. ''sabun ve şampuan şimdi mi lazım'' diyor hans. kökenini soruyorum, alman olamaz çünkü. laz çıkıyor. o sırada klimayı görmek üzere teknik ekip geliyor. kumanda dersi veriyorlar. benim yanlış düğmelere bastığımı düşünüyorlar. ''hitachi miydi?'' diye soruyor bir tanesi. ''6-7 dakikada anca soğutur diyor bir diğeri''. kendimden şüpheye düşüyorum. en sonunda makinanın kompresörünün bozuk olduğu ortaya çıkıyor. yeni oda istiyorum. resepsiyon otel full diyor. klimacı yarım saat sonra gelip bir oda bulduğunu ama tuvalete girmemem gerektiğini söylüyor. o kadar yoruldum ve bunaldım ki klima çalışsın yeter. odanın banyosu inşaat halinde. tavan kırılmış yerde molozlar. farelerin baskın yapma olasılığını düşünüyorum. kapısını kapatıp yatıyorum.

ertesi gün festival alanına akşam 7 gibi gidiyoruz. bize manowarla aynı kulisi vermişler. içeri giriyoruz ama çantaları bile koyacak yer yok. masa etrafına almanya'nın önde gelen müzik yazarları, djleri ve avanesi toplanmış muhabbetteler. sığıntı gibi kendi kulisimizde çantaları bi köşeye iliştiriyoruz. çadırın dışında dururken joey de maio gelip ''size yer açtım içeri gelin, hassiktirin ordan dedim onlara'' diyor. densiz herif denir mi lan öyle ayıp. maio çok alem ya.
 hafif fırtınamsı bir durum var. yağmur yağdı yağacak gibi. sahnede morbid angel yardırma seansında, onlardan sonra da bir terslik olmazsa biz çalacağız. rüzgar sertleşiyor, ortalık toz duman derken sağanak başlıyor. millet çil yavrusu gibi kaçışıyor. sahnenin üstündeki branda sağlıklı değil, aletlerin üzerine yağmur suyu geliyor. rodiler enstrümanları can havliyle çadırların içine ve sahnenin altına alıyor. 1 saatlik yağmur sonrası koca fest iptal oluyor. akşam oluyor, çadırların içine elektrik çekildiği halde 2 ampul koymayı kimse düşünmemiş. el fenerleriyle önümüzü aydınlatıyoruz. almanlar festival yapmasın abi ya. bir boku düşünmemişler. 1 saatlik yağmur yağdı diye koca sahne patlar mı ya?  millet biralara yükleniyor, morbid angel ve avanesi kafayı buldular anlamsızca bağırıyorlar. karanlıkta metalci tayfası hepsi birbirine benziyor kim olduklarını anlamıyorum. arkadan bakınca hepsi kamuflaj şortlu, siyah tshirtlü ve ıslanmış uzun saçlı. ışık olmaması çok kötü anlayacağınız. en sonunda metallica kulis bölgesine damlıyor. koca headliner'ı 80 model karavana yerleştiriyorlar. lars ''buraya kadar gelmişken çalalım bari'' diyor. ana sahne patlak olduğu için, alanın içindeki yemek çadırlarından bir tanesi sahne olarak hazırlanıyor. bizim gruba da çalma teklifi geliyor. akustik performans sergilemek isteyen metallica'dan sonra sahne almamızı öneriyorlar. ''oha şansa bak, headliner oluyoruz olm'' diye çamurların içinde zevkten dört dönüyoruz. romatizmalarımıza iyi geliyor.
gece yarısı seyirciyle içiçe harika bir dinleti gerçekleşiyor. full albümü çalıyoruz. millet ayakta bis yapıyor. kırmıyoruz tekrar çalmaya devam ediyoruz. bütün aksiliklere rağmen güzel duygularla festival alanından ayrılıyoruz. ama daha da rock am ring'e gelmeyiz. kendi ülkemizdeki festivallerin eline su dökemezler bu hanslar. hadi auf wiedersehen.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

motosiklet vs. araba

motosiklet kullanmayan kişilerin motorculara karşı sabit ön yargıları var. onlara göre biz aralardan geçeriz, aynalarına çarparız, ters yönden gideriz, kaldırımlara çıkarız, emniyet şeridinden süreriz. hele o kuryeler yok mu? motosiklet üzerinde akrobasi hareketleri yapa yapa giderler. kısacası motorcu kural tanımayan, trafikte bütün araçları tehlikeye atan serseri kişiliğin tekidir. istanbul trafiğinde 3 milyon araç olduğunu farzetsek, bunun taş çatlasa 250 bini motosiklet olsa, asıl motorcuların ne kadar tehlikeli bir sahada yer aldığını farketmemiz gerekiyor. motosikletlere atfettiğiniz trafik kuralı ihlallerinin büyük bir çoğunluğunun sebebi genel türk sürücüsünün kafa yapısının bozukluğu aslında. motor kullanan kişi bir anda evrim geçirip, isviçreli veya alman olmuyor. bütün o bık bık söylendiğiniz mevzuların çoğunu, yarın sizin altınıza bir motor versek bin katını yapacağınızdan hiç şüphem yok. şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. kaçınız gün içinde yayalara yol veriyor? kaçınız sıkışık trafikte, kısa mesafe diye ters yönlere akmıyor? kaçınız emniyet şeridine hiç girmiyor? kaçınız sapak çıkışına, en soldan milleti makasa alarak sağa kırmıyor? her dönüşte sinyal veriyor musunuz? kaçınız motorları sollarken nizami uzaklığını koruyor? ben bu soruların büyük bir çoğunluğuna uyacak bir türk tanımıyorum. muhakkak bir yerde fire veriyoruz. biz siziz sayın beyler ve hanımefendiler. sizin 2 teker üstünüzdeki haliniziz. siz bütün ihlalleri kapalı kutu korunaklı aracınızda yapıyorsunuz. biz ise korunaksız motorumuzla. peki neden? çünkü; biz yolun ortasından gidemiyoruz, götümüze hemen bir araç yapışıyor. ''ne var yolun ortasında'' kornalarıyla son anda kendimizi yana atıyoruz. bizi sıyırarak solluyorsunuz. sıkışık trafikte aralardan dikkatlice geçmeye çalışıyoruz, yolu kapatıyorsunuz, ben bekliyorum sen de bekle mantığınız giriyor devreye. yağmurda ıslanmasın veya 50 derece güneşte pişmesin yol vereyim demiyorsunuz. o kadar süratli gidiyorsunuz ki ışıklarda bekleyen motorcunun tepesine inebiliyorsunuz. o kadar şuursuzca yakından izliyorsunuz ki motorcunun kıçından vurup onu 50 metre havaya fırlatabiliyorsunuz. o kadar umarsızca aynaya bakmadan direksiyon kırıyorsunuz ki demir korkuluklara ve hatta çelik tellere savurduğunuz motorcunun kafasını koparabiliyorsunuz. frene değil sadece kornaya basıyorsunuz. sağ tarafa parkedip mal gibi kapıyı açıp sağdan kendi yolunda gelen motorcuyu aracınızın kapısına sinek gibi yapıştırıyorsunuz. kuryeler kötü motorcu. race kullananlar apaçi. harleyciler snob. touringçiler artiz. bi tek siz formula 1 pilotusunuz çünkü... trafik kurallarını noktası virgülüne uyguluyorsunuz. komik olmayın ve motorları, motorcuları farkedin. sizinle aynı köprü parasını veriyoruz, hayvan gibi vergiler ve sigortalar ödüyoruz. motosikletlerin şu ülkede park yeri bile yok. havaalanında veya avmlerde lütfedip yapılan 30 m2 lik alanlara bile yer bulamayınca aracınızı çekiyorsunuz efendiler. o yüzden şimdi bize bok atacağınıza çuvaldızı kendinize çevirin ve batırın. ve bugün bir motorcu öldürmediğiniz için allahınıza dua edin.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

rock off 2015


haftasonu rock off festivaline intikal ettik. havanın 38 derece olup, hissedilenin 100 derece olduğu şu günlerde festivali nasıl seyredeceğimi kara kara düşünürken yağmurun yağmasıyla mis gibi bir hava oluştu. korn'un  20. yıl anısına, ilk albümü komple kakalamaları aşırı sıkıcı olmakla birlikte sona doğru bildik parçaları çalmaya başlayınca uyuyan seyirci de eşlik etmeye başladı. arkamdan gelen  brutal tandanslı çığlık ve böğürme karışımı sesten irkilip arkama dönüp baktım. 1.50 lik bir kızdan çıkıyor lan bu ses. kızım naaptın sen? sabahtan aç karnına yürek mi yedin? o nasıl bir çığırmadır bismillahirrahmanirrahim.  korn öncesi sahne alan gojira tabir yerindeyse makinalı tüfek gibi çaldı. festivalde 2 müzisyenden gözümü alamadım. favorilerim mario duplantier ve ray luzier idi.

gelelim festival alanına. yol olarak tehlikeli bir yol. virajlı ve bizim insanımızın trafiğe ne kadar saygılı olduğu göz önüne alındığında yol kenarına bırakılan araçların yanlarından daracık yolda yürümek tehlikeli. yol kenarına bırakmak istemeyenler için boktan bir otopark mevcut. 20 lirayı peşin girişte alıyor amcam. zaten festival bizim esnafımız için fırsatçılık demek, kazıklamak demek, kakalamak demek. 2 liralık sosisliye 15 lira, 50 kuruşluk suya 3 lira, veggie dürüme 20 lira verdik. atatürk havalimanı esnafını buraya çökertmişler sağolsunlar. bir de belirsiz bir kural var. mesela kimi su şişesini veriyor ama kapağını vermiyor, kimi de şişeyi vermiyor koka kola bardağına dolduruyor. illa fondip yapacan yani. bir yudum alıp çantana koyamıyorsun. yahut konser boyunca elinde aperatif içki içer gibi tutacaksın. ne perhiz ne lahana turşusu. ama kamp yapan herife 3 litrelik su serbest. neden? fondip yap bitir sonra tekrar git 3 tl ver yeni su al diye. iğrençsiniz olm. ucuz kurnazsınız. herif bitiremediği dibinde bira kalmış bardağı seyircinin üstüne sallıyor. yıkanıyorsun mis gibi. gülüyor bir de şerefsiz. dünyanın her yerinde konsere gittim bizim seyirci kadar öküzü daha yoktur. üstüne giymiş gojira tshirtünü omuz ata ata ilerliyor. sanırsın iron man götor. ne özür var ne bir hareket. arkadan gelip headbang ayağına üstüne çıkanlar var bir de. ulan git önde pogocuların arasına dalsana. 3 kez aynı bölgeden sırtıma dalınca parmağını kırmak zorunda kaldım bir tanesinin. allahtan o kadar içmiş ki, sabah uyandığında farkeder artık.


1 Ağustos 2015 Cumartesi

scooter alırken nelere dikkat etmeli adlı eser


bir scooter alayım dedim. benim için scooter bisikletin hallicesi olduğundan, birinci amaç ayağımızı yerden kessin, fiyatı da uygun olsun yeter. evime yakın bir galeriden beğendiğim ve aşağı yukarı 15 saniyede anlaşıp el sıkıştığım motoran marka scooterı bir gün sonra almak üzere el sıkıştık. sonuçta 2. el olması sebebiyle galeri eksiği gediğini kontrol edip sabah noter işlemlerine hazır etmek üzere motoru servise yolladı. her şey buraya kadar harika. kaparoyu verip eve gönül ferahlığıyla yollandım. sabah oldu ve notere gidip 5 dakikalık işlemi yapıp ardından motoranımı alıp provaya gitmek niyetim ama nerdeeee... buyrun hikayeye;

noterci abla ilk sevimli haberi verdi. vergisi ödenmemiş. ulan 1 gün önce eksiğini gediğini  tamamlayacaktınız bunun hani? galeriyi aradık. tamam ödüyoruz hemen dediler. 'hemen' kelimesinin zaman olarak karşılığı 15 dakika sürdü, bu çeyrek saatte ne arayan var ne soran. tekrar aradık. haber edeceğiz 5 dakikaya hallolur dediler. topu topu 56 liralık vergi borcu için mağaza çalışanları herhalde bozukluklarını denkleştiriyor diye düşündüm. onay 10 dakika sonra geldi. tekrar noterci ablaya gittik. lakin sonuç olumsuz. para yatmış görünmüyor. galeriyi arayıp, sabah parayı tıkır tıkır saydığım ve anında hesabına yatırmayı başaran hanımefendiye bağlandığımda sistem yavaş cevabını aldım. bu sistem sadece bizim ülkede yavaş zaten. herkesin elinin altında bilmem kaç çekirdekli işlemci, akıllı telefonlar, optik kablolar filan ama ona rağmen sistem yavaş. o sistemi skiim ben çok affedersiniz. ''hesaba havale yapmışsın idiot hanım sistemle alakası yok, o anca 2 saat sonra hesaba geçer'' demek istiyorum ama sinirimi ve terbiyemi bozmamaya kararlıyım. lakin kadın zorluyor.  ''tamam beyefendi, tartışmaya gerek yok. ben 3 senedir bu işi yapıyorum. insanlık hali 5 dakika sonra geçer hesaba'' demez mi... keşke 3 haftadır yapsaydın, acemi derdik geçerdik ama şu an embesil kademesine doğru yol almaktasın. klimalı ortamda ahkam kesiyor şıllık. 15 dakkada 1 noter ablaya gidiyoruz. kadın artık bize acıdı. ''siz gidin çay için numara almanıza gerek yok, ben olay hallolunca aradan işleminizi yaparım'' filan diyor. öğle tatili oldu, noter abla yemeğe gidiyor. dışarısı 38 derece. maltepe civarlarında gölge namına bir alan yok. simit sarayına girip limonata makinasına yanağımı dayıyorum. oh buz gibi. bölgesel bir rahatlama hissediyorum. arada vergi sorgulamadan da kontrollerime devam ediyorum. öğlen tatili sonrası para hesaba geçiyor noter işlemlerini tamamlayıp galeriye dönüyoruz. motor servisteymiş. bana servisi tarif edip ordan alabileceğimi söylüyorlar. sahra sıcağında daha fazla yol yapmayı düşünmüyorum ve motoru servisten galeriye getirmelerini söylüyorum. motor geliyor ve tam biner ayak seleyi açıp bagaj kontrolu yapıyorum. bagaj kapanmıyor. servis yolu gözüktü illa gideceğiz. servise vardığımızda hazır seleyi yaparlarken frenleri kontrol ediyorum. ahanda arka stop yanmıyor. fren müşürü sizlere ömür. motor söküldükçe sökülüyor. tam o sırada gözüm motorun arkasında bir eksiklik hissediyor. lan çantası yok motorun. motoru aldıktan sonra çantayı biri söküp almış. servisteki eleman ''motorun sahibi istemiş galiba abi çantayı'' diyor. herifin çingeneliğine bak. motor satışı sonrası parçaları geri alıyor. ''gidonu da vereyim münasip bölgelerine gerekebilir'' diyorum. çıldırmak işten değil. galeriyi arayıp sıçıp sıvıyorum ''hemen bir çanta ayarlayalım'' diyorlar. kırık olan kapağı siyah bantla yapıştırılmış nur topu gibi bir çantam oluyor. bu kadar çingeneliğe şapka çıkartılır. güvenilir olsun diye galeriden aldığım motorun en son yağının da eksik olduğunu farkedip dolduruyoruz ve bütün günü noter galeri ve servis üçgeninde harcamış biri olarak yola çıkıyorum. püfür püfür rüzgar sinirimi azaltıyor. karşıdan gelen kuryeye selam çakıyorum, kornayla karşılık veriyor. motosikletleri farkedin beyler bayanlar. görüyorsunuz yola çıkana kadar neler çekiyoruz. 

20 Temmuz 2015 Pazartesi

yamas komşu

bayram tatili bodrum veya alaçatı benzeri yerlere gidip öpülme tehlikesini bertaraf etmenin en güzel yolu komşuya gitmek arkadaşlar. o yüzden sınıra en yakın alexanrapouli'ye kapağı attık. bizle birlikte aynı fikirde olan yurdum insanı da burayı tamamen ele geçirmiş zaten. türkçe menüler, türkçe bilen garsonlar, yarım yamalak türkçe anlayan esnaflar sayesinde kendinizi evinizde hissediyorsunuz. tek farkı yaz sezonu diye hiç bir esnaf veya bar sahibi sizi düdüklemeye çalışmıyor. salaş mekana da girseniz, en lüks görünümlü restoranda yemek de yeseniz fiyat değişmiyor. aslında buraya motorla gelmemiz gerekirdi ama bu seferlik otobüsle geldik. ulusoy'dan bilet aldık, yunan bir firmayla (zorpidis) anlaşmışlar sanırım, giderken yunan şöförler ve eski model bir otobüsle tabiri caizse donarak gittik. adamlara klimayı kapat diyoruz hava sıcak diyorlar. arabanın içi bildiğin buzul çağı. bizle birlikte diğer yolcuların yakarmaları da pek fayda etmedi. gel gör ki anlaşamadık ve birbirimize kah hohlayıp kah sarılıp yola devam ettik. otelimiz şehrin merkezinde, otobüsten iner inmez yürüme mesafesinde. 2 kişi günlük 150 lira veriyoruz. bodrum'da bayram vakti pansiyon fiyatlarının minimum 250-300 lira olduğunu varsayarsak hayli hesaplı. diğer hesaplı olaylara da gelecem acele etmeyin. ilk olarak her turist gibi deniz fenerinin oraya doğru yürüdük. koca koca kafeler bomboş, hava 33 derece civarında, dükkanların hepsi kapalı, terkedilmiş bir şehir havası var. hatırladığım kadarıyla perşembeleri tatil, daha sonra yaz tatili programı uyarınca hangi gün hangi saatler dükkanlar açılıp kapanıyor öğreniyoruz. o yüzden yunana gidecek arkadaşların, koyduğum fotodan saatleri incelemelerini öneririm. bizim gibi son güne bırakırlarsa avuçlarını yalama ihtimalleri yüksek. aklım piercing malzemeleri satan blue elephant isimli dükkandaki tshirtlerde kalmadı değil. bir giden hayrına alıp bana getirirse sevinirim.
gelelim uzo ve meze durumlarına; ilk gece fenerin ordaki mylos isimli tavern'e gidiyoruz. 20 lik uzo'ya (barbayani mavi olanı) 6 euro fiyat çekmiş. yahu bakkalda 3.60 euro olan rakıyı adam 2 euro farkla satıyor. bizim yüksek değerli paramız sayesinde topu topu bi 20lik 18 lira yani. benim müdavimi olduğum bostancı'daki meyhanemde ise 20lik 45 lira. devam edelim... mezeler 2.5 ve 4.5 euro arası değişiyor. ahtapot ızgara en pahalısı 9 euro. ama gelen porsiyona göre 3 kişi bolca tadar. vejetaryen sevgilim sayesinde o koca tabağı ben bitirdim, 3 senelik ahtapot ihtiyacım karşılandı sanıyorum. fazla meze alıp yarısını masada bırakma ihtimaline karşı az ve öz söyleyip, doymazsanız ekleme yapmanız daha mantıklı. ne de olsa siparişten 5 saniye sonra her istediğiniz masaya geliyor. 
ertesi gün 10 km yakındaki makri'ye gitmeye karar veriyoruz. bize anlatılanlara göre bir araç kiralasak daha rahat edeceğiz. scooter kiralamak en mantıklısı ama burda sadece otomobil kiralayabiliyorsunuz. sabah kahvaltısı yaptığımız filion isimli mekanda meliha isimli türk garson bize bu konuda çok yardımcı oldu. telefonla aracımızı kiralayıp ayırttı biz de gidip teslim aldık. benzin euro zammı öncesi ucuza geliyordu ama ortalama litresi 1.60 olduğu için çok fazla bi fark kalmıyor bence. gaza gelip hazır araba kiralamışken hadi basıp kavala'ya gidelim dedik. sırasıyla önce komotini, zahti ve akabinde kavala'ya ulaştık. her bir şehrin arası yarım saat gibi sürüyor. 1.5 saat sonra kavala'daydık. gitmişken bademli kavala kurabiyemizi aldık ve soğuk biramızı meydandaki koca çınar (sanırım çınardır) ağacının altında püfür püfür rüzgar eşliğinde içtik. aynı gün içersinde makri'nin orda kantina isimli beach'ten denize girdik. bu beach kelimesi sizi yanıltmasın. bizdeki gibi dıstak cıstak yüksek volümlü bir müzik ve kıçlarına pareo sarılı elinde cin tonikli kızların dansettiği plajlardan değil. efendi gibi denizine giriyorsun, içeceğini alıp şezlonglara yayılıyorsun. ve tabii ki fiyatlar her yerde aynı. gerçi çay ile bira aynı para belirteyim.
makri'ye gitmişken bizim türk tayfasının da ciddi anlamda rağbet ettiği, ve kulak misafiri olduğuma göre aylar öncesinden rezervasyon yaptırdığı aya yorgi restorana gittik. hakkaten güzel mekan. 2 kişi olduğumuz için bize hemen bir yer ayarladılar ve siparişlerimizi verdik. türk olduğunuzu öğrenince hemen türkçe bilen garson angaje ediyorlar. pisi otlu salata, kalamar (yine kocaman bir tabak), ıspanak sufle, fava, uzo ve finalde dondurmalı tatlı ikramıyla birlikte gelen hesap 2 kişi 33 euro.  
alexandrapouli'de hangi cafeye oturursanız oturun, masanıza litrelik şişe su ve yerine göre bisküvi tarzı şeyler ikram olarak geliyor. bizdeki sarıyer börekçisi tadında, poğça, börek satan yerler var. sokağın adını şimdi hatırlamıyorum ama muhakkak önünüze çıkan bitişik nizam restoranların olduğu bölgeye gidin. direkt kağıdın üzerinde gelen çöp şiş tavuk, sosis veya benzeri et ürünlerini tane fiyatıyla yiyebiliyorsunuz. eğer alaçatı veya bodrumdaki gibi ambiyansı ve dekoru afili mekanlar seviyorsanız burası size genelde salaş gelecektir. bu salaşlık sizi aldatmasın, asla lezzetsiz bir tadla karşılaşmazsınız, gönül ferahlığıyla kafanıza esen her yere girin. vizeniz varsa yakın mesafe hafta sonu 2 günlüğüne bile kaçabileceğiniz çok hoş bir sahil kasabası velhasıl kelam.










2 Temmuz 2015 Perşembe

marilyn manson

marilyn manson milano  konseri için nerdeyse 4 ay öncesinden konser biletimizi aldık. vize işlemleri patlasa konser biletleri bir tarafımıza kaçacaktı ama göze aldık, iyiki de almışız, son ay biletler tükendi. konser günü istanbul'dan yola çıktık. öğlen 3 gibi milano'da olmayı planlıyorduk ama uçağın rötarl kalkmasıı hesaplarımızı bozdu. 2 saat farkla milano'ya indik. otele, önce otobüs daha sonra metrobüsle ulaştık. hemen üstümüze konsere uygun kıyafetlerle donatıp duomo'daki arkadaşlarımızla buluşmak üzere yola koyulduk. bişiler atıştırıp konser mekanı olan alkatraz'a geldik. milano'nun en büyük konser, organizasyon, fuar ve moda

gösterilerinin de yapıldığı bu mekan manson fanları tarafından ağzına kadar dolmuş. havalandırma olmasına rağmen konser başladığındaki zıplama, pogo ve headbang potansiyeli düşünülürse ter atarak 3 - 5 kilo vereceğimiz kesin. önce kendimize güzel bir yer seçiyoruz. arkamdaki adam bira kuyruğuna girmemek için 2 koca bardak birayı peşinen almış. sorun şu ki italyanların konuşurken eli başı kıçı da durmadığı için biraların bir kısmı sürekli üstümüze başımıza sıçrıyor. ikaz etmek durumunda kalıyoruz ama konser başladığında muhtemelen herkes birbiriyle kardeş olacak. ve sonunda ışıklar sönüyor cep telefonları havaya kalkıyor ve son dakikada konserlerin olmazsa olmazı 2 metrelik bir herif önümüzde beliriyor. şansıma sıçayım ki bu lanet beni bu topraklarda da bırakmıyor. seyircilerin cep telefonlarından seyretcez konseri anlaşıldı. safları sıklaştırıyoruz ve dumanların arasından marilyn gözüküyor. sırtı dönük silüetini görüyoruz,intro boyunca yer yer mikrofonu roger daltrey tadında çeviriyor, intro bitiminde deep six'le mevzuya dalıyorlar. sound mükemmel, davulda stolen babies'den aşina olduğumuz gil sharone, gitarda paul wiley ve basta kadim dostu twiggy ramirez teyze ile konuya sağlam dalıyorlar. 2 metrelik dev arkadaştan fırsat bulup gördüğüm kadarıyla manson'ın üstünde siyah bir pardesü, ve boğazına sarılı fular gibi bişi var. şişmanladı gıdıyı saklıyor belli. mekan yer yer o kadar havasız ve sıcak oluyor ki benim tanıdığım manson üstü başı yırtıp anadan üryan konsere devam edebilir, ama böyle bir şey olmuyor. bir ara ben yırtacaktım gerçi, nasıl bir yüz ifadesine bürünmüşsem kız arkadaşım ''istersen

sen git arka tarafta bir yerlerde bir nefes al'' dedi. bulunduğumuz yer tam ortalarda, benim pozisyonumu terketmem bir daha asla birbirimizi bulamamız demek olduğu için tam önümüzde başlayan pogoya rağmen cepheyi terketmedim. bu arada önümüzdeki 2 metrelik dev, sweet dreams coverıyla iyice kendinden geçip kolları da kaldırdı. oldu mu sana 2 buçuk metre. sağa sola öyle bir salınıyorki enlemesine 5 metre daha yana kaymamız lazım ama mümkünatı yok. bütün bu arbede esnasında  parça arasında gitaristle mm arasında nirvana'dan rape me adlı eseri çalma söyleme karmaşası yaşandı ama nedense tonu bir türlü alamayan mm eliyle kes işareti yaparak konudan hemen uzaklaştı. antichrist superstar döneminden bir eserle yollarına devam ettiler. parça aralarında ciddi boşluklar bırakan mm dinlenme amaçlı uzun konuşmalar da yaptı. kilise dekorunu andıran sahne, yazılı çizili ışık koreografisiyle konseri daha da seyredilir kıldı. konser bitiminde bis'e tekrardan üstünde simsiyah kapüşonlu pelerin ve ellerinde beyaz çiçeklerle çıkan mm coma white adlı parçayla konseri sonlandırdı. beatiful people ve 2 metrelik devle birlikte salonu terkeyledik. 9 kasım firenze obihall'deki diğer konserini kaçırmak istemeyenler şimdiden biletlerini alsınlar. önünüze bir yarma gelmesi ihtimaline karşın  apartman topuk giymeyi unutmayın.
setlisti merak edenler için aha şuraya yapıştırıyorum.

Deep Six 
Disposable Teens
mOBSCENE
No Reflection
Third Day of a Seven Day Binge
Sweet Dreams (Are Made of This)
Angel with the Scabbed Wings
(with "Rape Me" interlude)
Tourniquet
Rock is Dead
The Dope Show
Lunchbox
(with Cake and Sodomy + Come As You Are & Moonage Daydream interlude)
Antichrist Superstar
The Beautiful People
Coma White

30 Haziran 2015 Salı

volapatal



yıllar sonra insanın okuduğu şehre tekrardan turist olarak gitmesi garip bir duygu. az buz bir zamandan bahsetmiyorum tam 25 sene sonra aynı sokaklardan, yaşadığım, kaldığım, gezdiğim yerlerin tekrar üstünden geçmek çok güzel. bilmeyenler için ufak bir not geçeyim bu arada. öğrencilik yıllarım roma şehrinin önce tiber nehri kıyısında bir yurtta kalarak başladı, daha sonra bir banliyo kasabası olan ostia'da devam etti. 25 sene de değişen tek şey 3. dünya ülke insanlarının roma'yı ele geçirmesi olmuş. onun haricinde sokaklar, yapılar, ve hatta nerdeyse o zamandan kalma dükkanlar bile yerli yerinde. tarihi binalara sıkıysa dokun ayrıca. şehrin genel estetiğini bozmamak için en genci 150 senelik binaların cephesini ne bir tabela, ne saçma sapan pimapenler ne de led ışıklarla donatamazsın. dükkanların önüne reklam amaçlı bayrak filan da koymuyor adamlar. gelgelelim otobüs ve metrolarına da bir el atma vakti gelmiş. benim okuduğum dönemlerden beri pek dokunulmamış gördüğüm kadarıyla. o güzelim arnavut kaldırımlı yolların bakımsızlıktan çoğu yeri çökmüş. otobüslerin içinde o kadar salınıma maruz kalıyorsunuz ki, bi ara kendimi bizim metrobüsler daha konforlu diye düşünürken buldum. sonra ter kokularını hatırlayıp hemen mevzudan sıyrıldım. metro istasyonlarında yönlendirmeler kötü, ondan da kötüsü yürüyen merdivenler çalışmıyor. günde 10bin adım atan bir turist için merdiven çıkmak acıklı olabiliyor haliyle. turistik olan her bölgeyi hintliler işgal etmiş. selfie çubukları, anlamsız sümük gibi bir maddeden yapılmış oyuncak veya gül satıyorlar. biri gidiyor diğeri geliyor. sevgilinizle 2 kelam edip tarihi eserleri incelemekten ziyade sağlı sollu bu satıcıların tacizlerine maruz kalıyorsunuz. herifler doğru dürüst italyanca da bilmiyorlar. bir tanesi burnumuza burnumuza selfie çubuğunu uzatıp ''volapatal'' diyor mesela. küfür de ediyor olabilir. kibarca grazie diyip sıyrılmak namümkün çünkü sırada hint nüfusunun yarısı beklemede. adamlar kıta olarak bayağı roma'ya çökmüşler. sadece onlar olsa iyi. pantheon'dan aşk çeşmesine doğru yürüme yolunda afrika kıtasına denk geliyorsunuz. onlar çanta ve bibloları çantanıza veya cebinize tıkıştırmaya çalışıyor. bütün bunlardan kurtulmak için nehrin diğer tarafına trastevere'ye kaçtık. benim dönemimde keşlerin olduğu bölge bayağı turistik olmuş. harika cafeler, restoranlar ve el işi ürünler satan tezgahlarla renklenmiş bu sokakta daha rahat ettik çünkü hintli arkadaşlar buraya tenezzül etmemişler henüz. güzel bir cafede oturup bira içip yorgunluğumuzu genelde burda attık. bira için ortalama 5 euro veriyorsunuz. tesadüfen keşfettiğimiz peroni birahanesinde geleneksel italyan mutfağıyla birlikte içtiğimiz biralar inanılmazdı. duvarlarında bira ile ilgili maniler olan ve 1906 dan beri hizmet veren bu restoranda yer bulmak için kapısında bir müddet beklemeniz gerekiyor ama sonuca değer. ''la birra da forza e salute'' yazılı duvara baktığım için aklımda sadece bu kalmış.
türkçe meali ''bira güç ve sağlık verir', burdan gaza gelip menüdeki bütün biraları içebilirsiniz. fotoğrafını koyduğum sosis de yanında iyi gidecektir diye onu da paylaşiyim dedim.

 kıssadan hisse roma'ya gidecekseniz size tavsiyem bir hintçe sözlük  edinin ya da selfie çubuklarınızla gardınızı alın. muhakkak ayağınıza rahat bir ayakkabı giyin ve suya para vermeyin. meşhur roma çeşmelerinden pet şişelerinize doldurmanız daha akıllıca olacaktır. dondurma çeşitlerinden kafanız karışabilir. o yüzden külah yerine kupta alın yüzünüz gözünüz yalamaktan birbirine girmesin. bruschetta'ya (brusketta) bruşetta demeyin komik oluyor. her tarafta türk var küfürlü de konuşmayın. şimdilik bu kadar. yarın milano'da gittiğimiz marilyn manson konserini yazacağım. ciao amici...

7 Haziran 2015 Pazar

oy ve öteki

oy kullanmaya gittiğimde zihinsel engelli bir kıza oy kullandırtma teşebbüsü vardı, buna itiraz ettiğimizde görevlilerden 2 tanesi ''yasa var kardeşim engelliler de oy kullanabilir'' dedi. fiziksel engelli olursa tabii ki kullanır ama zihinsel engelli olan vatandaşın dünyadan haberi yok dedik. müşahitlerden bir tanesi laf kalabalığı yapıp ''akşama göreceksiniz sizi yeneceğiz'' diye bağırdı, benim çekim yaptığımı görünce üstüme saldırıp polis çağırın diye tehdit etti. yanında duran 2. görevli de ''artık yeni türkiye dönemi yasalar var eskidendi o burası dingonun ahırı değil'' diye herkesin duyacağı şekilde bağırdı. anlaşılan arkadaşlar görev bilincini tek taraflı ifa ediyorlar. gelen polislere olayı anlattım, sonuç elde var sıfır. hala kıza oy kullandırtmaya çalışıyorlar meğerse kız 5 senedir oy kullanıyormuş, akli melekesi yerinde olmayan bu kızcağızın ailesi onun yerine oy basıyor. müşahitlerin de rengini açık seçik belirgin ettiği bir ortam var, skandal bir durum anlayacağınız. akşama sonuçlardan medet ummayın halimiz içler acısı. 

3 Haziran 2015 Çarşamba

Suzi Quatro - Can the Can (with extra bass)



ortaokul çağlarımda deep purple, sweet, slade, grand funk railroad gibi grupların büyük fanıydım. bu büyük grupların arasından siyah deri tulumu, sarı kahküllü saçları ve incecik vücuduna büyük gelen bas gitarıyla 48 crash isimli parçasıyla listeleri alt üst eden bir kadın çıkmıştı. hemen 45 liğini edindiğim bu asi rock kraliçesinin adı suzi quattro idi. bugün 65 yaşına basan bu ruhu genç kadına nice rock n roll dolu yaşlar dileyip, sizi son performansından bir video ile başbaşa bırakıyorum.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

uçak,huzursuz ayaklar ve bebek zırlaması

uçakla seyahat neden edilir? çünkü gideceğin yere çabuk varırsın, en güvenilir taşıma aracıdır, yorulmazsın falan filan... ama gel gör ki öyle değil işte. çünkü muhakkak uçağın içinde basınçtan veya her ne boktansa rahatsız olmuş zırlayan bir çocuk ve onu susturmak için kılını kıpırdatmayan çocuğun sesine alışmış bir anne baba vardır. ne uyuyabilirsin ne  de okuduğunu anlayabilirsin. geçen adana'dan dönüyoruz bir de buna sağ arka çaprazımda oturan herifin kösele ayakkabısını durup durup yere vurması eklendi. adamın vurma dercesine ayağına  bakıyorum, görür de huzursuz bacağının farkına varır diye ama oralı bile değil, thy'nin sikko dergisine gömülmüş, bir yandan da o bok rengi kösele ayakkabısını koridora doğru inadına burnuma burnuma sallayıp belirsiz aralıklarla yere tak diye vurmaya devam etmekte. allah belanı versin! hayalimde viking baltasıyla adamın ayağını bilekten koparıyorum da nispeten içimde bir rahatlama hissediyorum. ama uzun sürmüyor maalesef. aha arkamdaki de ayağıyla koltuğumun demir kısmına vurmaya başladı. çaprazdan bozuk aralıklı taklar devam, arkamdaki de seri altılamalara geçti. onun da beynine osmanlı kalkanıyla vurup, ayağının üstüne mızrağı sapladım. yüzümde bir tebessüm belirdi. seri katil loblarım baya devrede ama otokontrolüm sağolsun ''otur lan yerinde gerzek, 1 saat daha sık dişini'' diyor. demesi kolay. 45 dakika oldu hala uçağın içindeyiz. bu allahın belası thy rötarın hasını bize uçağın içinde yaşatıyor, ama sorsan biz vaktinde boarding yaptık der. pabucumun boardingi. kanatın no step yazan flaplerinin oraya bu 'taktak düet band' elemanlarının ayaklarını sallandırmayı düşünüyorum şimdi de. çocuk hala mızmız ağlıyor. genel klimayı üstten öyle bir açtılar ki sürekli boynuma boynuma buz gibi esmekte. koltuklar dar. uçağa göz gezdiriyorum daha sakin boş bir yer bulmanın hesaplarını yapıyorum. her yer full. arkamdaki huzursuz ayakların volümü arttı. çarpıntım tuttu yeminle. uçak bir an evvel havalansa başka bir şey istemiyorum. hatta yol boyunca hayvan gibi turbulans olsun istiyorum ki korkudan bu ibnelerin ayakları götlerine kaçsın. ben ne de olsa korkmuyorum, yatar uyurum hayvan gibi sallantıda. havalanıyoruz en sonunda. yorgunluktan olacak uyumuşum sonunda. uçak yere dan diye vurunca uyandım. ''
kokulu ayaklar ritm grubu'' susmuş nasıl olduysa. bebekte de ses yok. bavulunu kim önce alacak yarışına hazırlanıyorlardır şimdi de. uçak durur durmaz başüstü kabinlere saldırırlar. yüzüklerin efendisindeki ork'ların sülalesinden geliyoruz biz eminim. iner inmez süper loto oynayacağım. para çıksın ilk işim kendime özel jet satın almak olacak. bu fakirlerden kurtulurum bu sayede.

12 Mayıs 2015 Salı

Fever Ray 'If I Had A Heart'





ilk olarak vikings dizisinin jenerik müziği olarak duyduğum bu parça fever ray adıyla bilinen isveçli şarkıcı karin elisabeth dreijer andersson'a aitmiş. 13 mayıs'ta küçükçiftlik park'ta dizinin geri kalan müziğini yapan wardruna'yı izlemeye gideceğim. o döneme ait tamamen doğal çalgılarla yapılan bu özel konseri kaçırmayın derim. konser alanında yöresel kıyafetler ve silahlarla fotoğraf çektirme imkanı da varmış. selfie çeken viking heykeli de var mıdır acaba? ben baltalı, kalkanlı, kürklü bir ragnar lothbrok pozu vermeyi düşünüyorum mesela. biletler tükenmeden almanız için link aşağıda, iyi konserler.



http://www.biletix.com/etkinlik/SKURG/TURKIYE/tr

16 Nisan 2015 Perşembe

orange county vs. tt custom choppers

ilk harleyimi 99 yılı sonlarına doğru aldığımda custom motor nasıl yapılır, kime yaptırılır, parçalar nerden bulunur pek bir fikrim yoktu. motoru aldıktan sonra katalogtan seçtiğimiz parçalarla kendimizce motorumuzu şahsileştiriyorduk. fabrika çıkışı harleylerin özellikle bazı parçaları ''değiştir beni'' diye bağırırdı. elcikler, ayaklıklar, aynalar, hava filtresi, sele gidon vs. derken hatırı sayılır bir aksesuar parası harcanırdı. sonuçta tam anlamıyla bu alışveriş motoru custom yapmasa da kendi zevkimize göre aldığımız bu parçalar motorun kime ait olduğunu belirlemede nispeten etkin olurdu. motorun tankına yaptırdığım  air brush kurukafa ile çok havalı bir motora sahip olduğumu düşünüyordum. diğer h-d sürücüleriyle yaptığımız toplu sürüşlerde de bu kişisel zevklerle oynanmış motorların seyrini izlemek kadar keyifli bir şey yoktu.
bu aksesuar işi dipsiz bir kuyudur, aldıkça alasın gelir. dış görünüş bittikten sonra işin motor kısmıyla oynamaya başlarsın. mekanik aksamlar, motorun performansını arttırmak için egzosundan, elektriğine, kablolarına kadar kurcalama kaçınılmaz olur. ne kadar oynarsan oyna hep bir eksik vardır aslında. ben o kadar oynamıştım ki üzerinde h-d yazısı bile kalmadığı için park ettiğim arkadaşımın dükkanında otururken, komşu esnaftan en ilginç yorumu almıştım. kendini motor avcısı sanan arkadaş benim motorun aslında kanuni olduğunu ama çok başarılı bir şekilde harleye dönüştürdüğümü söylemişti. bozmamak adına çaktırmamasını sadece onun bunu farkettiğini söylemiştim...
yanlış hatırlamıyorsam 2000 li yılların ortalarına doğru discovery channel'da bir program başladı. paul teutul isimli bembeyaz posbıyıklı, yapılı bir adam ve oğulları tarafından kurulan ve belgesel olarak yayınlanan firmanın adı ''orange county choppers'' idi. inanılmaz güzel ve kişiye özel tasarlanmış rüya gibi motorlar üretiyorlardı. tv de izlerken salyalarımın aktığını hatırlıyorum. türkiye'de böyle bir oluşumun var olacağını rüyamızda görsek inanmazdık. burdaki motor sürücülerinin çoğunun böyle bir mantığı da yoktu zaten o zamanlar. katalog motorcusuyduk aslında. seç tak öde durumu yani... kişiye özel motor yapmak için ciddi paraların harcandığı bir gerçek ama zaten harley almaya karar verdiğinizde ciddi miktarları harcamayı göze aldınız demektir. sonuçta bu bir hastalık dedim ya. ne kadar harcarsan o kadar iyileşeceğin bir hastalık hem de. 
gel gelelim  paul  teutul, jesse james, indian larry filan derken ülkemizde de bu tarz motorların yapılmasına 2005 yılında mecidiyeköy'de temelleri atılan tt custom choppers'la başlandı. yapılan ilk motorların ülkemizde üretildiğine gözümüzle görmesek inanmazdık. tarhan telli'nin baş harflerinden oluşan firmanın, bırakın türkiye'yi dünya çapında motorlar üreteceğini hayal bile edemezken, aradan geçen bu kadar yılda gelinen nokta ise takdire şayan cinsten oldu. tt custom choppers'ın ürettiği ilk motorları, yine ağzımızın suyu aka aka seyrettiğimiz discovery'de ama bu sefer çekim yapmak üzere benim de kullanma şansına sahip olmam da ayrı bir zevk oldu. belgeselde izlediğim tarzda motorların üzerinde e5 karayolunda sürerken, yanından geçtiğim çoğu motorla alakası olmayan insanların bile hayranlıkla izlediğini farkediyordum. hali hazırda gerçek anlamda bir custom motorum yok ama bütçeyi denkleştirebildiğim gün orange county'e veya bir başka amerikan firmasına gitmek zorunda kalmayacağımı biliyorum. çok süratli bir şekilde gelişen motorculuk anlayışı ve motor klüplerinin de çoğalmasıyla trafikte daha çok süper tasarım makinalar göreceğimizi umut ediyorum. 
ilgilenenler için link:
http://www.ttmotor.com.tr/

15 Nisan 2015 Çarşamba

teleme sensin peyniri de sana ....


yaz geliyor ya şimdi, tanıdık tanımadık insanlardan en çok duyacağım cümlelerden biri olan ''teleme peyniri gibisin yan biraz'', devrelerimi yakma, sinirlerim hoplatma, küfür dağarcığımı açmama sebep olacak. kimi zenci doğar güneşin altında zift gibi yanar, kimi de benim gibi beyaz doğar 5 dakika güneş altında kalsa kıpkırmızı olur. akabinde devre yakan ikinci cümle gelir. ''o ne lan? ıstakoz gibi olmuşsun.'' gel de küfretme. bir norveçlinin veya herhangi bir süt beyaz kuzey avrupalının böylesi bir densiz cümle kurabileceğini düşünüyor musunuz? ben sanmıyorum. bu bizim yavşak, düşüncesiz halkımıza ait bir yaklaşım. adam yaz kış bodrumda yaşamış, doğuştan kuzgun modeli, gelmiş bana teleme peyniri gibisin diyor. yanamıyorum mına koduumun çocuğu napiyim? pigmentlerim genel greve gitmiş, bir üst modelim albino zaten ve de üstüne üstlük sana ne? çok rahatsız olduysan kumsaldaki rus'un bembeyaz poposuna bak. ona bir şey demiyorsun ama ağzının suları akarken di mi? kapkara yanıp neyin güzelliği yahu ayrıca? amele de yanıyor git onla fotoğraf çektir çok beğeniyorsan... fazla uzatmicem arkadaşım olsun olmasın, şaka olsun torba dolsun misali teleme peyniri diye yanıma yavşak yavşak sırıtarak gelene o peynir tenekesinde boğul diyeceğim. ayrıca o kadar güneşte kalmak bir tercihtir. ben marsık gibi yanana gidip ''katran karası gibi olmuşsun, o ne lan öyle goril gibi'' diyor muyum? güneşin fazlasının kansere davetiye çıkardığı ve cildin erken kırışmasına neden olduğu da bir gerçek. kömür ateşinde yanan döner gibi, bütün gün güneşin altında gıdısını ve ayak altını bile yakmaya çalışan kadınlarla uğraşın bence... bitti.

13 Nisan 2015 Pazartesi

alt kemancı'yı özlemek

merdivenlerinden aşağı indiğim anda kendimi mabette hissettiğim bir yerdi kemancı. üst, orta ve alt kemancı olarak her katında ayrı bir etkinlik olurdu. biz alt kemancı çocuklarıydık. çalmadığımız günlerde de bi fiil mekanda hazır bulunurduk. dünyada bile eşi benzeri olmayan bir ambiansı vardı. demir konstrüksiyon ağırlıklı sahne, antika ahşap mobilya dolaplar ve varaklı aynalar, duvarda giger'den yılanlı kadın, veya isa'nın son yemeğinden esinlenilmiş kocaman jimi hendrix'li, janis joplin'li büyük tablo. girişinde 2- 3 basamakla konser seyredilen düzlüğe inmeden ara bölüme yerleştirilmiş büyük bilardo masası, kafes içindeki dj + tonmaister kabini vs. vs... zeki abi her akşam elinde birası mekanın her bir bölgesini arşınlardı. büyük kolonların dibinde görüp, merhaba demek için yanına gidene kadar tam ters tarafta barın ucuna ışınlanmış olabilirdi. herkesi tanır, ve muhakkak selamını verir, insanların halini hatırını sorardı. sosyal medya diye dangalak bir mevzu olmadığı için, herkesin birbiriyle kaynaştığı, ortak zevklerin, fikirlerin ve dostlukların da perçinlendiği yerdi burası. ayı orhan'ın kapı güvenliğini sağladığı, punk levent'in ispirtoyla barı ve zaman zaman sahneyi yaktığı, uzaylı çantası ve gözlüğüyle grupların sound'unun ondan sorulduğu dj neşet'le efsane bir mekandı. zeki abi'yi 2 sene önce bugün kaybettik. bugün onun anısına tekrardan bütün o klüpte çalmış ve o havayı solumuş müzisyenler olarak roxy'de olacağız. kemancı ruhunu yakalayamamış şimdiki gençlik için üzgünüm. kemancı dönemlerini çok özlüyorum. köprüaltı döneminden doğup oluşan bu kültür maalesef anılarımızda yaşamaya devam edecek. zeki abi nur içinde yat, senin yerin her zaman kalbimizde
var olmaya devam edecek.

2 Nisan 2015 Perşembe

quokka


sabah uyanıyorsun ve;

- elektrikler ülke genelinde yok
- savcı rehin alınmış
- teröristler isteklerini sıralarken rehinenin başına silah dayalı
- adliye'de avukatlarla polisler arası arbede
- akşama doğru özel harekat timi başarılı operasyon! yapıyor, rehine dahil herkes ölü
- aynı sıralarda koca emniyet müdürlüğünün koca caddesinde 2 terörist baskın düzenliyor
- daha eski bir karakol baskınında öldürüldüğü iddia edilen terörist tekrar öldürülüyor
- nükleer santral tasarısı meclisten geçiyor
bu sadece 1 gün içersinde olan, olağan vakalar. 1 sezon 13. bölüm tadında ilerliyoruz sezon finali ise belirsiz. senaristler bol keseden yazıyorlar, prodüksiyon ise hiç bir fedakarlıktan kaçınmıyor.

halbuki ben sydney'de uyanıp mısır gevreği kutusundan çıkan yılan haberi veya koalaların cinsel yaşamı tehlikede mi? veya bugün bir quokka ile selfie çektirebilecek miyim endişelerinden başka bir derdim olmasın istiyorum. ya siz?

14 Mart 2015 Cumartesi

gitar çalmak zor mu abi?


çalması en zor enstrüman hangisidir? bu cümleyle her müzisyenin bir karşılaşmışlığı vardır. yarım ağız ''bütün sazlar sıkı çalışma gerektirir, sabır ve disiplin olmazsa olmaz'' cümleleriyle geçiştirmeye çalıştığım çok olmuştur. genelde bu soruyu soranlar inatçı olur, ve örneklemeye kendi sevdikleri türün çalgılarını sorarak devam ederler; ''bağlama kolay mıdır?'', ''ut? kanun? ve sıra sizin sazınıza gelir.''abi sen gitar çalıyordun di mi? ''bas çalıyorum ben'' cevabından sonra can vurucu soru gelir; ''bas kolay mı peki?'' bingo! bu tip sorulara, kadim dostum gür akad'ın enfes bir cevabı var aslında; ''ilk 30 senesi zordur, sonra çalmaya başlarsın.''
eğer bir enstrüman çalmak istiyorsanız önce o sazı gerçekten sevmeniz gerekiyor. daha sonra da o sazı çalmaya elverişli misiniz ona dikkat etmeniz lazım. kısa ve dolma parmaklıysanız gidip kontrbasla vakit kaybetmenize gerek yok mesela. flüt çalmak istiyorsanız, solunum hastası veya zenci dudaklıysanız da olmaz. genelde aileler çocuklarına ufak yaşlardan itibaren müzik aleti çalması için seferber oluyorlar. bu konuda gitar ve piyano sanırım açık ara önde. çocuğun fikrini soran yok ama. çocuk piyanoyla cebelleşip 2 notayı yanyana getirir getirmez çocuğa mozart muamelesi yapmaları ise kendi egolarının tatmininden öte bir şey değil. sanırsın rachmaninof çalıyor piç. okullarda ders diye öğretilen blok flüt ise bence tamamen müzik zevkini köreltsin diye keşfedilmiş bir enstrüman. kulak zarına sinek kaçmış hissiyatı oluşturan bu sazı ben evden içeri sokmam ne yalan söyliyim. genel müzik bilgisiyle çocuğa entrüman tanıtımı ve örneklemelerle kendine uygun bir seçim yapması için fırsat verilmeli diye düşünüyorum. böylelikle, belki de harika bir tromboncu olacak birine zorla mandolin çaldırmanın alemi var mı? vakit kaybı. ha tabii bu arada ritm duygusu ve kulağınız yoksa sittinsene çalışsanız bir enstrüman çalamazsınız. banu alkan gibi inatla müzik yapma sevdanız varsa sizleri kategori dışı bırakıyorum. gelelim ana sorumuza; hangi enstrüman daha kolay? başlangıçta günde en az 8 saat metronomla etüdler yapıp, beyniniz uyuşana ve parmaklarınıza kramp girene kadar çalışmaya gözünüz yiyorsa hemen kolları sıvayın. yeteneğiniz doğrultusunda bir kaç sene içerisinde çalmaya başlarsınız. ama işin groove  kısmı için gerçekten gür akad'ın da dediği gibi bir 30 seneniz heba olabilir. hadi kolay gele.

2 Mart 2015 Pazartesi

my name is bass. contrabass!

davulcu olmak için yanıp tutuşurken, konservatuar sınavlarında ''bunun parmakları da çok uzunmuş, zaten vurmalı çalgılar bölümü de henüz yok'' deyip, beni yaylı sülalesinin en dev ferdi olan kontrabas sınıfına postaladılar. pizzicato çalmak çok havalı diye düşünürken, elime tutuşturdukları arşeyle nerdeyse 1 sene boyunca uzun ses çalacağımı nerden bilebilirdim? beynim uyuşmaya başlıyordu bir süre sonra. kollarınız ağrır, parmaklarınız nasır tutar, zaten perdesiz bir saz, doğru ses basmak için saatlerce yavaş ve disiplinli bir şekilde entonasyon çalışması yapmak zorunda kalırsınız. sazın haşmetine diyecek bir şeyim yok ama kendimi amele gibi hissediyordum. tahmin edeceğiniz üzere taşıması ise ayrı bir dertti. flütçülere gıcık olurdum öğrencilik yıllarımda. yurt dışında okuduğum dönemlerde tek tesellim, insanların kan ter içinde koca sazı taşımaya çalıştığımı görüp, saygıyla karışık biraz da acıma hissiyle bana yol vermeleriydi. müzisyen olduğumu öğrenip ne çaldığımı soranlara ''kontrabas'' der demez genelde arka arkaya yapılan fiks 2 tepki oluyordu. kollar yukarı kalkıyor ve ''bum bum'' diyerek en kalın perdeden bir ses çıkarılıyordu. ilk başlarda pek önemsemesem de gittikçe bu hareketi yapanlar gözüme maymun gibi görünüyordu. ''haa büyük keman'' diyerek entellektüel bilgisini sınayanları ise içimden uçurumdan yuvarlamak geliyordu. bu kadar büyük bir sazın hala tanınma zorluğu çekmesi çok acıklıydı. kemanı violayla karıştırabilirsin hadi onu anlarım ama kontrabas yahu! birini çenenin altına koyup çalıyorsun diğeri ise alt tarafında koca piki, üstünde koca mandalları, eşek kadar f delikleri ve üstüne bir yelken taksan ufak bir çocuğun optimist tekne olarak kullanabileceği gövdesi ile başlı başına bir şahsiyet. kontrabas kelimesinin insanların dağarcığında bulunmamasının, mutlaka sosyolojik veya ne bileyim psikolojik bir nedeni var diye düşünüyorum. türk halk müziği sazlarından bağlamaya niye dev cura denmiyor mesela biri bana bunu açıklasın...
2 gündür sosyal medyada dönen bir haber var ve bu haberi yapan gazeteci arkadaşın da bu konuyla ilgisi yok gibi. o da kontrabasa çello demiş. ha gayret bi tık daha ittirsek sanki olacak gibi ama yok kimse kontrabası telaffuz etmek istemiyor. diren kontrabas. daha sırada double bass ve upright muammaları var. senle bi nü poz da ben mi denesem acaba?

18 Şubat 2015 Çarşamba

kartopu ve ekmek bıçağı

gerizekalı bir toplum olduğumuzdan dolayı seri katil çıkmaz lan bu topraklardan derdik. seri katiller fışkırıyor şimdi her köşeden. yol vermedi öldür, yan baktı öldür,  küfretti öldür, aldattı öldür. öldür babam öldür. ekmek bıçağı ve kartopunu aynı cümlede kullan desem ''ruh hastası mısın olm'' diye bana sorarsınız? adam buğdayları ıslandı diye kartopu oynayan gazeteciyi ekmek bıçağıyla tek hamlede katletti bu ülkede inanabiliyor musunuz? camekanına kartopu geldi diye insan katil olur mu kardeşim? esnafın manyağı bizde, şöförün manyağı bizde, güvenlikçinin manyağı bizde, polisin manyağı bizde, başımızdaki manyaklardan bahsetmiyorum bile. toplu cinnet geçiriyoruz. mutsusuz, hiç bir hayat gailemiz yok, sanattan, dünyadan bihaberiz. spor olarak sadece futbol takip edip, kafa göz yarıp, ana avrat küfür edebiyatlarıyla deşarj oluyoruz. hedeflerimiz yok, zevklerimiz yok, vizyonumuz yok, hobilerimiz yok. parası olan da olmayan da robot gibi sabah işine gidiyor, metroda itiş kakış, metrobüste tıklım tıkış, kendi aracında mahsur, yoğun trafikten kafayı yemiş, eve vardığında yemek soğuk diye karısını dövme sebebinin ucu bunlardan bir  tanesine tosluyor haliyle. erkek kadın farketmiyor tahammülsüzlüğümüzün doruklarındayız. kaybettiğimiz tüm zamanları, farkında olmadan karşımızdakinin zamanına tecavüz ederek kazanmaya çalışıyoruz. toplu yaşama kurallarını hiçe saymamız bu yüzden. ne asansörde, ne metroda, ne trafikte, herhangi bir kuyrukta aceleci, bencilce ve edepsizce tutumlarımız bu yüzden. hayat kendi eksenimizde dönüyor artık. önce ben sonra fırsat kalırsa sen. hadi kapışalım. kuvvetli olan kazansın. güçlüysen haklısın mantığı bir virüs gibi bedenimizi sarmış durumda. bu durumda kadınların eğer uzakdoğu sporlarıyla haşır neşir durumu yoksa işleri hayli zor. eskiden kavganın bile bir adabı varmış. artık çıplak yumruğun yerini haydarlara, levyelere, biraz daha bıçkınsa bıçağa, büfeciyse döner bıçağına, kabadayıysa tabancaya, mafyaysa zaten yanındaki tetikçisine bıraktığını görüyoruz. kaliteli bir nüfus artışı olmazsa olacağı buydu şaşırılacak bir şey yok. tek zevki üremek olan, onu da karısını dövmediği 20 saniyeye sığdıran davarların çoğu bir değil, iki değil, beş çocuk yaptı. hikayenin devamını biliyorsunuz. moralimizi bozmayalım ve güzel bir parçayla konuyu bağlayalım. guns n roses'tan gelsin. welcome to the jungle.

12 Şubat 2015 Perşembe

dolmuş şöförü


dolmuş şöförü dün gece yolu zaten yarılamış 4 kadının üstüne arabayı sürdü. kadınlar ezilmekten kıl payı kurtulup kendilerini kaldırıma attılar. bir yandan da ''ezeceksin bunun gibilerini ki akıllansınlar'' diye söyleniyor. dayanamadım neden üstlerine sürüyorsun ki yaya onlar dursan daha medeni olmaz mı?'' diyecek oldum. adam potansiyel katil. temcit pilavı gibi 'ezeceksin akıllansınlar!'a kitlemiş. sanırsın bütün gün trafikte hiç bir kuralı ihlal etmiyor, kırmızı ışıkta geçmiyor, araçları makasa almıyor, tıkalı yollarda ters yöne girmiyor, yolcu almak için kavşakların tam ortasında durup bekleme yapmıyor, korna yerine vapur düdüğü taktırıp gürültü kirliliğinin feriştahına sebep olmuyor, bir yandan para üstü verip diğer yandan cep telefonuyla muhabbet etmiyor vs. vs... işin korkuncu hızını arttırmasa karşıdan karşıya geçen kadınlar o gelene kadar kaldırımla buluşmuş olacaklar. burda sorun bilinçli olarak gaza yüklenilmesi ve baya cinayete teşebbüs durumu. işin ilginci benden başka kimse bu konuyla ilgili gıkını çıkarmıyor. aracın içindeysen şöför aileden sendromu. kol kırılır yen içinde kalır, sanki amcasının oğlu. o kadınları gerçekten ezmiş olsa bile, bu kafa yapısı görgü tanığı olmamak için elinden geleni yapar. herkes sosyopat bu durumda. yahu susup tepki vermiyorsan, bu herifin yaptığını onaylıyorsun demektir. aracın içinde kadınlar da var. onlar daha duyarlıdır diye düşünüyorum. konuyla ilgili bana arka çıkıp çıkmadıklarını anlamak için yüzlerine bakıyorum. amerikan horhor storide'ki tipler bunların yanında daha ifadeli kalır. ''müsait bir yerde rica edeyim'' diyor hanımefendi, inerken de teşekkür edip, hayırlı geceler diliyor. eve davet et, kahve ısmarla bir de. katil seviyoruz biz. adam 5 dakika önce senin hemcinslerinin üstüne hızını arttırıp sürmüş, ezeceksin, geberteceksin diye hayt huyt söylenmiş, senin adama bir öpücük göndermediğin kaldı. pes doğrusu. yarın öbürgün bu adamın bir başka türü de senin üstüne sürecek, bu anı hatırlarsın inşallah.

bisiklet sürücülerinin üstüne süren halk otobüsü şöförüne ve ona destek çıkan bir toplum olduğumuzu hatırlatırım. motor kullanan arkadaşlarımızın trafiğe çıktığında başına neler geldiğini az çok duymuşsunuzdur. insanlar araçlarının içinde canavarlaşıyorlar, ve sanırım bu silsile bir mikrop gibi vücudumuzu sarıyor. beş dakika önce yaya olup da kendisine yol vermeyen araca küfreden zat, bu sefer araç kullanmaya başladığında kendisi yayaya yol vermiyor. avrupalıya gavur diyen, dini imanı komple müslüman olmasına rağmen, allahın verdiği canı akılları başlarına gelsin diye almakta bir sakınca görmüyor. bu kadar tahammülsüz, saygısız, seviyesiz, cahil, katil ruhlu, terbiyesiz bir toplumun bireyi olmaktan utanıyorum ve medeni bir ülkede huzur içinde yaşamayı arzuluyorum.

7 Şubat 2015 Cumartesi

konser gazisi

konserlere artık gitmeyeceğim, sinirim hopluyor. çoğu insanın konser seyretmeye değil de - şımarık çocuk kıvamında - dikkat çekmek için abuk subuk bağrışmalar ve hareketler yapmaya geldiğini düşünüyorum. piçlik kısacası. ayağına basıyor farkında değil. dansederken üstüne çıkıyor, farkında değil. üstüme içkisini döküyor farkında değil. sahneye sırtını dönmüş arkadaşıyla car car yüksek perdeden muhabbette. sen seyretmiyorsun anladık da bizim günahımız ne? ön saflardayız, 5-6 tane kız çocuğu bizi yok sayarcasına en fazla 2 kişinin doldurabileceği alana kafa, basen, kol, bacak sırasıyla sığışıp bir güzel yerleşti. hadi no problem konserdir herkes seyretsin dedik. üstündeki montlar, çantalar sahnenin üstüne yığıldı. grubun sahneye çıkması için ufak çaplı 110 engelli yapması lazım. ''ne ayıp, vestiyer mi lan orası, sahne!'' diye dayanamayıp söylendim. kızla gözgöze geldik, utanıp alacak zannediyorum. öyle boş bakıyor ki kafamı çevirip arkama baktım, kendimi bu kadar transparan hissetmemiştim. bu arada konseri fotoğraflayan arkadaş omuz üstümden
 paso çalışmakta. en son kendi çocuğumu 2-3 yaşlarında omuzumda taşıyordum, koca herif tepemde flaş üstüne flaş patlatıyor. düğün fotoğrafçılığından transfer olduğunu düşünüyorum. hafif yollu atışıyoruz. sonradan yer değiştiriyor da biz de konsere dönüyoruz. ön grup çok bahtsız bu arada. gitaristin pedallarında bir sorun var ve ilk parçadan itibaren kan kusturuyor. o kadar çok sesi kesiliyor ki son parçada sinirlenip sahneyi terketmek zorunda kalıyor. ben olsam çoktan pedalları tekmeleyip direkt amfiye girerdim. maksat iş yürüsün. solistleri biraz çakır keyif, biraz punk, biraz theremin, biraz gitarist, biraz da lamasever. (sahnede attığı okkalı bir james hetfield tükürüğünden sonra bu kanıya vardım) bir ara gitariste sarılıp enerji diyip biraz reiki de yaptı ama nafile. sağlık olsun. sahne değişimi, teknik aksaklıklar derken ana grubun sahneye çıkması 01:00 i buluyor. oleg gitarula'nın rus ciddiyetiyle çaldığı enfes %100 made in usa rockabilly riffleri, dr. boris'in, projeksiyondaki çıplak kadın memeleriyle uyum içindeki ritmleri ve zombierella'nın her bastığı notaya hayret edercesine yarım kalan açık ağzıyla biz de salınmaya başlıyoruz. ama herkes bizim gibi olduğu yerde medeni bir şekilde salınmak yerine kucağımıza çıkma gayretinde olduğu için, sürekli ya ayağımızı ya nazik bölgelerimizi korumaya çalışıyoruz. rugby kıyafeti giyip gelcem konserlere bundan sonra. pes edip konserin sonlarına doğru arkalara geçiyoruz. bardan bir su istiyorum. minnacık pet şişe suya 5 lira veriyorum. 30 kuruşluk suya 5 lira almak nasıl bir kar mantığı içeriyor bilemiyorum. aklıma yılbaşında kiev'deki rock barda duble viskiye 5 lira verdiğim geliyor. vay anasını diyorum. rock n roll dolu günler sizlerin olsun. siz siz olun suyu evinizde içip gelin.