13 Kasım 2014 Perşembe

siyah beyaz tv zamanları


televizyonla tanışmam ilkokul sıralarında olmalı. haftada 2 veya 3 gün yayın olurdu. onda da siyah beyaz deneme yayını biraz ondan biraz bundan programlar seyredilir en geç 12 gibi istiklal marşı okunur, önce sinyal fotosu belirir ardından da fışş sesli karlanmayla yayın sona ererdi. siyah beyaz olan yayının bitmesi yetmez, göndere bayrak çekilmeden tv kapatılmazdı. erken uykuya dalınmışsa o karlanma sesi eşliğinde gecenin bir vakti uyanır tv'yi kapatırdınız. televizyonu olmayan komşular hafta sonu davet edilir, hem çaylar içilir börekler yenir, muhabbet eşliğinde tvye bakılır eğlenilirdi. bizim tv, itt shaub lorenz marka idi. 8 kanalı vardı, ve sanki şartmış gibi 8 kanalı da trt'ye ayarlanmıştı. uzaktan kumandası yoktu. tv'yi açmak, sesini kısmak veya kapamak için hep insan gücü gerekliydi anlayacağınız. süpürge sopasından ilk ilkel uzaktan kumandayı (açma ve kapama işlemleri için) o yıllarda icat etmiştim. renkli tv'ye sahip olma sadece tv'nin kasasının
renkli olması anlamına geliyordu. mesela bizim tv beyaz, yeşil veya kırmızı gibi.. şekerleme gibi tvler vardı. bir ara ekranın önüne ''yayını renkli gibi gösteren cam'' diye bir şey icat ettiler. çoğu kişi bunu satın alıp ekranın önüne adapte etti. göz bozmanın dışında bir halta yaradığını düşünmüyorum. yayını net seyretmek için 2 çeşit anten vardı. ya tv'nin üstüne ya da balkona monte ederdiniz. çatıya koymak daha garantili bir görüntü sağlamakla birlikte ilk fırtınada, çatıya çıkıp anteni sağa sola çevirmeniz gerekirdi. aşağıdan gelen direktiflere göre sağa sola çevirip karlanmayı netleştirmeye çalışırdınız. büyük aile kavgaları doğardı bu saçma sapan işlemlerden dolayı.regülatör de şarttı çünkü voltaj dansöz gibiydi. önce fiş prize takılır, regülatör açılır sonra tv açılırdı. kapanırken de tam tersi uygulanırdı. o priz illaki çekilecek. eski insanların daha çevreci olduğundan değil o zaman tv'lerin patlama riskine karşı alınan önlemlerdendi. tv çalışırken asla camına el sürülmez, ıslak bezle silinmezdi. bazen yayın kesilir ve meşhur necefli maşrapa fotosu konurdu. maşrapaya söylene söylene bakardık. görevimiz tehlike ve uzay yolu en sevdiğim diziydi. sessiz filmleri, harold lloyd, şarlo ve arşak palabıyıkyan olarak bilinen groucho marks'ı gözümü kırmadan izlerdim. ajansı (haberler) peder severdi. haber spikerleri,şekspir oyunundan çıkıp gelmiş gibi çok düzgün bir türkçe ve tonlamayla haberleri sunarlardı.
zaplamak gibi bir kavram bilmediğimizden reklamları bile büyük bir heyecanla seyrederdik. ürünler öyle kibar bir dille sunulurdu ki ertesi gün ''ne kibar adam gidip şu deterjanı alalım'' derdiniz, o derece. ne şimdiki gibi amele tiplerin inşaat reklamları, ne de içine her türlü kimyasal katılmış ürünlerin gözümüze sokulması vardı. ne yandaş habercilik vardı, ne de birbirine bağıran, dinlemeyen ve hakaret edenlerle dolu reality show programları vardı. ne de gündeme gelmek için götünü başını açan detone şarkıcı ve manken silsilesi vardı. ne kadar sıkıcıymış di mi? tek kanal olan trt'de türkçe şarkı söylemek için muhakkak prozodiniz düzgün olmalıydı. tabii ki bazı küfür veya argo kelimeler yasaktı. açık saçık giyinemez ve dolayısıyla yılbaşında dansöz seyredemezdiniz. arabesk kesinlikle yasaktı. tek kanal faşizminin sert kurallarıydı bunlar. ama klasik konserler verilirdi. sinema klasikleri olurdu. türk sanat müziğinin en iyi icracılarını seyrederdiniz. diziler insanları eve bağlardı. dallas, kaçak gibi dizilerin yayını sırasında sokakta hayat dururdu. o günleri özlüyorum demesem yalan olur. haberlerde bölücülüğün olmadığı, siyasi liderlerin birbirlerine şimdiye nazaran daha efendilik sınırları içersinde takıldığı, ciğeri beş para etmez gazetecilerin para uğruna ekranlarda fink atmadığı bir hayattı o zamanlar. televizyon renkli ve çok kanallı oldu ama biz renksizleştik. hepimiz siyah beyaz bir hayatın içinde yaşam savaşı veriyoruz. sabah tv'yi açtığımız gibi vahşet, hastalık ve bilumum negatif haberlerle yaylım ateşine tutuluyoruz. ve işin acı tarafı buna alıştık. zaman makinesi olsa bir saniye düşünmem o tek kanallı döneme dönerim. aptal kutusu o zamanlar 3 saat yayın yapıp bitiyordu. şimdi aptallar ordusu olarak yaşıyoruz. fışşşşşşşşşşşşş.


22 Ekim 2014 Çarşamba

levent şef gururla sunar!

blog yazarlığının popülaritesi insanın boğazından geçiyormuş onu keşfettim. patlıcan oturtma tarifi veren emine teyzemin bile okuyucusu benden fazla olduğuna göre siz sevgili okuyucularıma gizli poğça tarifimi vererek başliyim diyorum. poğça tarifinden sonra blog dünyasında hatırı sayılır bir yer edineceğimden eminim. poğça tutmazsa kısır veya mercimek köftesinden yürüyeceğim. rossini bile 37 yaşından sonra aşçılığa merak salıp, yemekler icat etmeye başlamamış mıydı? mesela bistecca alla rossini (rossini usulü biftek) bestecinin opera eserleri kadar ünlü yemeklerinden bir tanesi... henüz bir sos icat etmedim ama, izmir'in yağlı boyozundan daha lezzetli ve daha faydalı olacağına inandığım tarifi vermekle yemek serime başlıyorum.
bir kere malzemeler önemli. mümkün olduğunca kullandığınız ürünlerin organik olmasına dikkat edin. cimrilik yapmayın 2 lira fazla verip yapımda kullanacağımız un, yumurta, yoğurt, peynir, yağ vs. gibi ürünlerin organiklerini alın. organik pazarlara gidin, ağzınızın tadını, bünyenizin sağlığını düşünün. hazırsanız başlıyoruz.


buyrun malzemeler ve miktarlar;

süre: yapım 15 dk.
         pişirme 15 dk.

  1- 3 su bardağı un
  2- 1,5 çay bardağı fındık yağı (buram buram yağ kokusu severseniz direkt zeytinyağı da olur)
  3- 1 çay bardağı yoğurt
  4- 1 ad. kabartma tozu
  5- accık tuz (ne kadar tuzlu yiyorsanız onu da siz ayarlayın)
  6- 1 yumurta (sarısını ve akını ayırın kenara koyun)
  7- beyaz peynir (veya lor veya kaşar veya hepsini karıştırın kafanıza göre...)
  8- maydanoz
  9- karabiber
 10- susam
 11- çörek otu

gelelim eserin yapımına...

derin bir kaba unu, yağı, yoğurdu, kabartma tozunu, tuzu döküp yoğurma işlemine başlayın. eliniz önden vıcık vıcık olacak çok kafaya takmayın. yoğurdukça un hepsini toparlamaya başlayacak ve klasik kulak memesi denilen kıvama gelince hamurumuz hazır olmuş olacak (yağlı ellerinizle kulak memenizi kontrol etmeyin. un kıvamı ne çok sert ne de çok yumuşak olmalı). diğer tarafta ayrı bir kabın içinde, peynirlerimizi, ince doğradığımız maydanozları ve ayırdığımız yumurta akını birleştireceğiz. keyfe keder bu karışıma karabiber, pul biber de dahil edebiliriz.

hamurdan ufak parçalar koparıp avucumuzun içinde köfte yapar gibi yuvarlayıp akabinde ezeceğiz. ortasına peynirli karışımımızı koyup kenarlarını kapatacağız. fırını bu işlemleri yaparken 180 derecede ısıtın hazır olsun. tepsiye dizdiğiniz poğaçaların üstüne yumurtanın sarısını, bir fırça yardımıyla sürün. susam ve çörek otuyla süsleyin ve sıcak fırına verin. 15 dakika içinde enfes koku odaya yayılmaya başlar. çayınızı demleyin ve ağzınızda dağılmaya hazır mis gibi poğaçalarınızı yiyin. afiyet olsun.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Higher Ground , Marco Mendoza Trio



en sevdiğim basçılar arasında her zaman ilk beşimde yer alan marco mendoza'yı 2011 yılında dorock barda izleme ve tanıma şansına sahip olmuştum. ne yazık ki çok az bir kitleyici ile geçen bu konserde davulda pino liberti, gitarda ise nicola costa m. mendoza'ya eşlik etmişti. bu arada barın tonmaisteri mendoza'nın mikrofonunu açmayı unutmuş ve ilk parçadan mendoza'yı türk işi lakayıtlığın kurbanı yapıvermişti. uzun lafın kısası hem basçı hem de mükemmel bir solist olan marco'ya kulak verin...

29 Eylül 2014 Pazartesi

yaşam savaşı veren şehirli

action!!

kapıdan dikkatlice başımı dışarı uzattım. sakin görünüyordu ortalık. uzaktan işçilerin matkap sesini duyuyordum. kaskımı başıma taktım ve duvar kenarından dikkatlice yürümeye başladım. inşaata yaklaştıkça daha temkinli olmalıydım. uzun demir çubukların üzerinden bir kedi kadar usulca süzüldüm. vinçteki kalaslar 6. katın orda sallanmaktaydı. bir yandan da yolu kesiyordum. aksi gibi yağmur da ahmak, salak dinlemeden topumuzu ıslatmaktaydı. yoldaki su birikintileri korkutucuydu. derinliğini kestiremediğim için, çukur olma ihtimaline karşın, kalasların kafama düşme tehlikesi olmasına rağmen, vincin altından geçmeye karar verdim. hızlı adımlarla bir yandan su birikintisini, bir yandan kalasları keserken başımdan aşağı kovalarca su boşaldı. süratli gelen aracı atlamış ve bütün birikmiş suyu kafamdan aşağı yemiştim. çantamdan havluyu çıkarıp kurulandım. yedek iç çamaşırı da almıştım yanıma. onu da ofiste değiştirirdim artık. öküz herif! ilk direğe çıksındı inşallah. direk deyince mahalledeki elektrik direğinin bel vermiş yüksek akımlı kablolarının altındaydım artık. en azından bugün de kopmaması için sabah ezberlediğim dua işe yaramış ve minibüs caddesine ulaşmıştım. en uzun ve en yürek hoplatan kornayı çalan minibüse bindim. kalbim küt küt atıyordu. hayvan oğlu hayvan vapur düdüğü taktırmış olmalı ki bağırsaklarım da çalışmaya başladı. sert bir frenle midemdeki ifrazatı da öndeki kadının ayaklarına boşalttım. o sert fren arkadaki minibüsçünün reflekslerine yenildi ve adam bize arkadan bir güzel giydirdi. toplu sex fantazisi için çok beter bir durumdaydım. bizi bir başka minibüse naklettiler. içerde 45 kişi civarındaydık ve ama fakat şöför hala yolda bekleyen koca götlü karıları da bizle kaynaştırmaya kararlıydı. nefessiz kalma, soğuk terler dökme, kan şekeri düşmesi ve bilumum panik atak hallerini arka arkaya geçirerek metrobüse vardık. ben kapıdan inmeyi beklemeden minibüsün tavanındaki pencereden kendimi dışarı attım. kırmızı ışık bekle diyordu ama millet zaten sıkışmış trafiğin arasında araçların kaportalarının üzerinden atlıyordu. ''ne medeniyetsizler'' diye içimden geçirip yeşil ışığı beklerken üstüme kurye motorunun süratle yaklaştığını gördüm. son anda direğe tırmandım, bacağımı kasası sıyırıp geçti. kaldırımın üzerindeki tek medeni insan olarak benim yaşamamı istemediği gün gibi aşikardı. ''sokarım böyle işe'' deyip yüzerek karşıya geçtim. 2 minibüs, bir kurye, bir belediye otobüsü ve 2 taksinin ezme girişimlerini başarıyla atlattım. metrobüse son 20 metre kalmıştı. oynak parkelerin üzerinden enfes kalça hareketlerimle geçip, çamur parkurunu minimum hatayla bitirdim. bitmiş akbilimi doldurmak için kuyruğa girdim, aradan kaynayan bir kaç kişiyle ''biz salak mıyız, aptal mıyız'' tartışması yumruklaşmaya dönüşmeden kotarıldı. kapıya denk gelecek bölgelerde insanların arasına kaynadım. omuzlarıma vatkalarımı taktım. doğuştan dar omuzlu olmanın dezavantajları işte. yer kapmak istiyorsan; ya rugby oyuncusu, ya kucağında çocuklu turbanlı, ya da koca götlü penguen gibi yürüyen kadınlardan olman lazım. o penguenlerin ne sağından ne solundan geçebiliyorsun, ellerini de öyle bir açıyorlar ki, sağ veya sol kroşeyle nakavt olman işten değil. en sonunda körükte güzel bir yer kaptım. 2. duraktan sonra, körükteki güzel pozisyondan ziyade körüğün bir parçası olarak yoluma devam ediyordum. nefes almak için cebimdeki çakıyı çıkarıp körüğü kestim. asıl sorun nasıl inecektim. acaba şu körüğü iyice parçalasa mıydım? metro transferi için ineceğim durağa geldik. arkamdaki adam omuzumdan bastırıp, üstümden atlayarak benden önce inmeyi başardı. nazik bölgelerimi korumaya çalışarak kapıdan içeri girmeye çalışanlarla, konserlerde bile yapmadığım ve uzak durduğum pogo'yu yaptık. sağ böğrüme sıkı bir darbe aldığım halde rakibimin karaciğerine çalışarak vaziyeti lehime çevirdim. kaldırıma düşmekten son anda yırtarak kendimi bir panonun arkasına atıp biraz nefeslendim. daha yürüyen merdivenler vardı. tekbir getirip palayla dalsam şu kalabalığa yırtar mıydım acaba? akıl sağlığımı korumalıydım, emin adımlar ve ya sabır çekerek dar yürüyen merdivene kendimi kabul ettirdim. ve lakin çalışmıyordu ulan. yürüyen merdiven yürümediği ve ben yürüyen merdivenin üzerinde yürüdüğüm zaman bende baş dönmesi efekti yapıyor. önümdeki kızın üstüne yığılmışım. ''aa sapık'' diye bağıran kızın kafama vurduğu şemsiye dipçiğiyle kendime geldim. durumu anlatmakla uğraşmadım. kendini hala dünyanın en güzel kızı zanneden kaknem karı bağırmaya devam ediyordu. metro gelişini haber eden esintiyi hisseder hissetmez kaskımı vatkalarımı düzeltip pozisyonumu aldım. 2 penguen, bir bond çantalı iş adamı, 3 sakallı imam hatip öğrencisinin arasına kaynayıp en ön vagona sayelerinde yerleştim. ne kadar hızlı gidiyordu şu metro. ne rahatlık, ne pratik. toplu taşıma araçları herşeye rağmen iyi diye düşünürken pis bir metal yırtılma sesi geldi. inşaat çubuğu gibi bir demir son sürat üstümüze geliyordu...

veee kestik...

24 Eylül 2014 Çarşamba

emefel

bir zamanlar kalamışta deniz kıyısında bir çay bahçesi vardı. köhne diye bilinirdi ama hatırladığım kadarıyla ne kapısında ne camında bu isimde asılı bir tabelası yoktu. adıyla müsemma olan bu salaş mekan, tahta masaları ve sandalyeleri, her daim demli çayı ve müdavimleriyle bizlerin vazgeçilmez durağıydı. evden çıkılınca ilk gelinen duraktı burası. zaten pek fazla da seçenek yoktu o zamanlar. bir nevi müzisyenler kahvesiydi. insanların sadece çay içtiği bir yer değil, her konuda fikir alışverişi yaptığı bir yerdi aynı zamanda.
neyse uzatmayayım ben de müdavimiydim buranın. arkadaşlarımla, o zamanlar çay bahçelerinde içki yasak olmadığı için, biralarımızı da burda içerdik. punk naci, danger ali, junk sabih, deha gibi arkadaşlarımın yanı sıra o zaman pek ünlü olmayan panço mithat, mazhar, fuat da kahvenin müdavimleriydi. bir gün mazhar ''yahu levent, fuat'la yeni bir grup kurmayı düşünüyoruz, bize katılır mısın'' diye sordu. ''düşüneyim abi'' dedim. çünki bizim o zamanlar ra' diye bir grubumuz var ve underground piyasada onlardan daha çok havamız ve adımız var. ya da öyle sanıyoz. gençlik işte. tabii ki kabul etmedim. daha sonradan yine mekanın renkli simalarından özkan gruba dahil oldu. ''emefö'' diye bilinen grup ben kabul etsem ''emefel'' olacaktı. hayat işte, kısmet değilmiş.

 köhne çay bahçesi ve tiplemeler dışında, tamamen uydurduğum bu  hikayeyi nil karaibrahimgil'de çalıştığımız dönem, grup arkadaşlarıma anlatmıştım ve onlar da yemişlerdi. uydurduğumu bir süre sonra itiraf ettim ama nil duymamış olacak ki, sağda solda bu hikayeyi gerçekmiş gibi anlattığına şahit olunca uçarak susturmuştum. bir şey değil fuat abinin kulağına bir gitse, mazereti gereği zaten sinirli, kafamda gitarı parçalar. 
haftaya; crosby, stills, candash ve young hikayesinde, sonradan nash gruba nasıl dahil oldu onu anlatacağım. o gerçek ama. valla billa...

18 Eylül 2014 Perşembe

entel hüsn-ü mübarek

her hafta sonu operaya gider.
lady gaga'dan nefret eder.

evinde sadece klasik müzik plakları bulunur.
lady gaga'dan nefret eder.

jazz konserlerini kaçırmaz.
lady gaga'dan nefret eder.

tv de sadece belgesel kanalı açıktır.
lady gaga'dan nefret eder.

tiyatro, sergiler vs elit yaşam ondan sorulur.
lady gaga'dan nefret eder.

müzikal altyapısı çok sağlamdır.
lady gaga'dan nefret eder.

sanat tarihi ondan sorulur.
lady gaga'dan nefret eder.

3 enstrümanı virtüozite derecesinde çalar.
lady gaga'dan nefret eder.

yabancı müzik dergilerini okur.
lady gaga'dan nefret eder.

yurtdışındaki festivalleri takip eder
lady gaga'dan nefret eder.

avrupa sinemasını yalayıp yutmuştur.
lady gaga'dan nefret eder.

kompozitördür.
lady gaga'dan nefret eder.

2 opera 4 senfoni eseri vardır.
lady gaga'dan nefret eder.

12 ton müzik üzerine araştırmalar yapmış, konferanslar vermiştir.
lady gaga'dan nefret eder.

müzik estetiği ve müziğin toplumsal rolüyle ilgili kitap yazmıştır.
lady gaga'dan nefret eder.

yüksek armoni ve kotrpuan bilgisine sahiptir
lady gaga'dan nefret eder.

sanırsın yani...






13 Eylül 2014 Cumartesi

maestro maggi



yıllar yıllar önce maestro maggi vardı. hocamız. büyük müzisyen, piyanist. uzun bembeyaz saçlı, kocaman çerçeveli gözlüğü, kırmızı yanaklı, babacan, yüzündeki tebessümü eksik olmayan harika bir insan. italya'dan göçmüş ve buraya yerleşmiş. st. antuan kilisesinde pazar günleri ayinde org çalardı. aynı zamanda devlet opera ve balesinde korrepetitör olarak görev yapmaktaydı. bir gün onu kiliseye dinlemeye gittiğimde beni çaldığı orgun yanına yukarı çıkardı. inanılmaz ihtişamlı  görüntüsü olan bir orgtu çaldığı. kat kat tuşları, ileri geri sürgülü beyaz düğmeleri, devasa boruları ve kilisenin yüksek duvarlarında yankılanan sesiyle insanın nefesini kesen bir görüntüsü vardı. insanlar huşu içersinde dua ediyorlar, papazın vaazlarını dinliyorlardı. vaazın ara bölümlerinde maestro maggi orgtan ufak pasajlar çalarak dualara eşlik ediyordu. herkes inanılmaz temiz giyimli ve şıktı. sanki opera seyretmeye gelmişlerdi. düzenli bankların üzerine kimi oturmuş, kimi de diz çökmüş şekilde dualarını mırıldanıyorlardı. maestro maggi ayin bittikten sonra insanlar kiliseyi terk etmeye başlarken bir anda bach'tan tocatta'yı çalmaya başladı. herkes bir anda yerine mıhlandı ve büyülenmiş gibi oldukları yerde eseri sonuna kadar dinlediler. bir tek kişi dışarı çıkmadı. bach dinlemek için en uygun mekanlardan birindeydim. tüylerim diken diken olmuştu. eser bittiğinde her zamanki mütevazılığıyla bana dönüp gülümsedi. ''che magnifico'' diye mırıldandı. ''si maestro'' diyebildim sadece ağzım açık...

bu hikayeyi niye mi yazdım? ortalıkta dönen bir video var. bizim topraktan bir vatandaş gittiği yabancı ülkede, kilise ziyaretinde orgun başına geçip ankara'nın bağlarını çalıyor. hem kötü çalıyor, hem de kötü söylüyor. insanımız da gayet şuursuz bir şekilde gülüyor ve bunla eğleniyor. insanların dini vecibelerini büyük bir saygıyla yerine getirdiği bir mekanı taverna havasına dönüştürmekte bir sakınca görmüyor. seviyesizliğin, sanat yoksunluğunun, insana ve yabancıya saygısızlığın ve terbiyesizliğin doruklarına varan bir toplumun bireyi olmaktan bir kez daha utanıyorum. öğretmen olduğunu öğrendiğim bu tip soytarıların, çocuklara, gençlere neyi öğreteceğini çok merak ediyorum. empatiyi mi? müziği mi? resmi mi? tarihi mi? neyi ya neyi? bir tane adam da çıkıp ''lan dangalak ne yapıyorsun sen orda'' diyemiyor mu? o muhteşem yapının içinde, allahın evi olmasını geçtim, yapıdaki sanat dokusunu, heykelleri, işlemeleri, kubbeyi, resimleri göremiyor mu? hayatında hiç bach, vivaldi dinlememiş mi? rönesansı duymamış mı?  empatiden bu kadar yoksun bir insanın, tavernadaymışçasına rahat hareket edebilme cesareti nerden gelmekte?
ben, kendi insanlarım adına maestro maggi'den özür diliyorum. kulaklarımdan asla gitmeyecek o mükemmel, olağanüstü, muhteşem (magnifico) bu ufak konser anısını bana yaşattığı  için de binlerce kez tekrar teşekkür ediyorum. toprağı bol olsun, nur içinde yatsın.



12 Eylül 2014 Cuma

büyük şehir yaşam kılavuzu

yerlere çöp at. tükür.
mümkünse burnunun tek kanadını kapa, sümkür.
yol verme. 
bol küfürlü konuş.
hile yap.
taciz et.
ter kok.
vergi kaçır.
ağaç kes.
betonu sev.
her konuda ahkam kes.
yasak olan yerlerde sigara iç.
izmaritini yere at.
geğir.
osur.
özür dileme.
burnunu karıştır.
hap yap. yuvarla, fiske yapıp uzağa fırlat.
engelliler için yapılan asansörleri kullan.
emniyet şeridini kullan.
kırmızı ışıkta geç.
sürekli korna çal.
çekirdek çıtlayıp, geleni geçeni kes.
laf at.
tespih salla.
tespihi sallarken bıyık bur.
taşakları uluorta düzelt.
bacaklarını en uç noktada açarak otur.
okuma.
sanatla ilgilenme.
arabesk dinle.
göbek at. roman havası dinle.
popçik parçalar dinle.
düğünde havaya sık.
evde karıya sık.
hızını alama, yolda seni sollayana sık.

sabahtan akşama yerli dizi seyret.
oynayanları gerçek hayatta da dizideki isimleriyle çağır.
magazin kültürünün dibine vur.
seda sayan seyret. 
sanatçı diye pespaye ne kadar şarkıcı varsa fanı ol.
5 vakit namaz kıl ama 1 vakit duş alma.
kaldırımdan yürüme.
kaldırıma parket.
bisiklet yolundan yürü.
koşu yolunda motor sür.
meskun mahallerde sürat yap.
malzemeden arakla.
kaçak elektrik kullan.
suyu açık bırak, aksın.
tuvalete pet met ne bulursan at tıkansın.
yabancıları kazıkla.
hesap sok.

ya da git sinirlerini aldır, bir kutu xanax yut. 
kulaklarını tıka, gözlerine at gözlüğü tak.

hiç olmadı tükür gitsin, osur bitsin.
gaark.




7 Eylül 2014 Pazar

tarkan anıları 2



sene 1995. tarkan turnesinin ilk ayağı new york ile başlayacak ordan ver elini avrupa ve sonrasında türkiye konserleriyle devam edecek. ahmet san menajerliğinde nerdeyse 6 aylık turne programımız belli. ne günlermiş. şimdi bırakın 6 ayı, 1 hafta sonra vereceğimiz konserin çalma garantisi yok. basılan turne kitapçıklarında hangi gün, saat kaçta, nerden hareket edeceğimiz, nerelerde konaklayacağımız, soundcheck saatleri, konser saatleri, kalacağımız oteller vs.. her şey ayrıntılarıyla belirtilmiş. bayağı kalabalık bir kadroyuz. o zamanki grup gür akad (gtr), recep özçakır (klasik gtr), aydın şeref (davul), 2010 yılında kaybettiğimiz  hakan beşer (perkusyon), hakan avuncan (klavye), mert topel (klavye), ümit sayın ve ebru aydın (vokal) ve beni de sayarsanız 9 kişi sahne üstündeyiz. o sıralar new york'ta yaşayan ilhan erşahin de misafir sanatçı olarak 1 parçada tarkan'a eşlik edecek. ayrıca asistanlar, gardrop, doktor, masör, korumalar derken ufak çaplı bir klan gibiyiz. new york'da vereceğimiz  konser, uydudan ilk defa türkiye'de eş zamanlı gösterilecek. hepimizde büyük bir heyecan var. konser vereceğimiz mekan bir çok rock gruba ev sahipliği yapmış, 3000 kişi kapasiteli, meşhur palladium concert hall. düşünsenize bruce springsteen, kiss, frank zappa, iron maiden gibi grupların konser verdiği mekanın sahnesinde çalmak ne harika bir his. tamam tür biraz tutmuyor ama orasını es geçiyoruz... bütün hazırlıklar tamamlanıyor ve konser günü gelip çatıyor. limuzinle konser mekanına doğru yola çıkıyoruz. mini bardan viskiler içiliyor, saçlar kabartılıyor (o zamanlar var), takılar, çizmeler filan baya herkeste bir bon jovi tripleri... halbuki birazdan oynama şıkıdım şıkıdım çalacaz...
o konserde giymek için new york'ta bir mağazadan çok hoş bir beyaz gömlek ve pantolon aldım. kulise geldiğimizde hafif buruşuk olan gömleğimi, sonradan ütülemek üzere idareten askıya astım. kuliste muhabbet ederken tarkan'ın yakın koruması talat geldi. tarkan sinirli ''gömleğimi hala niye ütülemediniz?'' diye talat'a çıkıştı. talat şaşkın, gömleğin çoktan ütülü olduğunu ve dolaba astığını söyledi. tarkan yerinden kalkıp gitti ütüsüz gömleği alıp geldi. iyi de ütüsüz diye getirdiği gömlek benim gömleğim. bu sefer devreye ben girdim ''o gömlek benim'' diye. talat da ütülenmiş gömleği getirdi. paralel gömlek. kuliste bir gömlek curcunasıdır gidiyor. ya  koca new york'da sen git o kadar mağaza, ve hatta o kadar binlerce gömleğin arasından benle aynı gömleği al. demez mi ''sahnede giyme aynı gömlekle çıkmayalım''. iyi de çıplak mı çıkacağım? ben bu konser için özel aldım o gömleği. ''yok'' dedim ''giyecem''. giyersin giymezsin tartışmalarının sonucunda sahneye, tarkan'ın giymediği ve bana hediye ettiği başka fırfırlı bir gömlekle çıktım.

görüntüsü kötü olmakla birlikte konserin videosunu buldum. tam anlaşılmasa bile videoda gözüken gömlek bahsettiğim gömlek. şimdi bakıyorum da bol, düz, hiç bir özelliği olmayan bu gömleğin nesini sevmişim anlamadım. fırfırlı gömlek daha havalıydı sanırım. iyi ki pişti olmuşuz.

2 Eylül 2014 Salı

Winger - Tin Soldier (Official / New Album / 2014)





kip winger, reb beach, john roth ve rod morgenstein ve yeni albüm 'better day comin' huzurlarınızda. hadi dinleyelim ve yağlarımızı eritelim. bir de rod morgenstein'in performansını atlamayın arada. rock on.

1 Eylül 2014 Pazartesi

tarkan anıları 1

sene 93 olmalı tarkan yeni yeni parlamaya başlamış, daha henüz ön dişleri ayrık, kıl oldum abi parçasına biz erkekler tamamiyle kılız, ama bütün genç kızlar o zaman meşhur olmayan ama günün meşhur cümlesiyle ''tarkan'ın dötünün kılıyık'' tavrında ayılıp bayılıyorlar. tarkan'la ilk tanışmam erekli stüdyoda gerçekleşiyor. daha ilk albüm aşamaları, aranjör ozan çolakoğlu, o zamanki menajeri ve aynı zamanda ilk albümdeki çoğu parçanın söz yazarı alpay aydın ve yapımcı mehmet söğütoğlu ile laflıyoruz. bir yandan albümü dinliyorum, bir yandan da parçaları beğenmeyip, ''tutmaz lan bunlar, işiniz zor, söyleyecek ajan nerde?'' filan gibi enfes tespitler yapıyorum. kayıt masasının arkasında kısa boylu, genç bir çocuk dansediyor. ''nasıl figür lan bunlar'' diye içimden geçiriyorum ki daha sonra meşhur tarkan dansı olacak bu hareketleri, her yeni çıkan pop star adaylarının %95 i yapacak. tamam bir nostradamus değilim ama bu kadar da madara olunmaz ki? kayda giriyoruz, 'oldu canım ara beni' adlı eser smokie'den uyarlama, o parçadaki vokaller benim. bu durumda bir müzeyyen senar olamasam da ilk düeti tarkan'la ben yapmış oluyorum. toplamda 5 parçaya yaptığım vokal kaydıyla, m. söğütoğlu ödeme esnasında bütçe çok kısıtlı o yüzden bu kadar verebiliyorum derken yüzlerce kez teşekkür ediyor. nerdeyse parayı almiycem, içimden ''yazık ya tutmayacak, çöpe gidecek paralar'' filan diye düşünüyorum. kafama sıçem, satış üzerinden 50 kuruş alsam, (o albüm en az 1 milyon sattı), torunum bile ihya olurdu...
aradan 1- 2 sene geçmiş olmalı, tarkan konserleri tüm hızıyla devam ediyor. o sıra aacaipsin isimli albüm fena patlamış, albümdeki bütün parçalar herkesin diline pelesenk olmuş. bu albümle birlikte, tarkan yurt dışı turne programı da belli, herkes heyecanla turneyi bekliyor. albümün ilk konseri yeşilköy'de bir mekanda yapılacak, akabinde de hemen almanya'ya gidilecek. o zaman grubunda bas çalan arkadaşın ağır uçak fobisi olduğu için, avrupa turnesine otobüsle yola çıkması gerekiyor. benden, onun yerine çalmamı rica etti. böylelikle 2. albümün ilk lansman konserinde de çalmak üzere konser mekanına gittim. soundcheck esnasında bir de baktım ki almanya yolunda olması gereken basçı arkadaş tur otobüsünü kaçırmış, o yüzden yana yakıla, vizem varsa benim gidip gidemeyeceğimi soruyor. yahu 2 gün sonra yola çıkılacak, 1 günde kim vize alabilmiş? ama durun! tarkan'sa akan sular duruyor işte. torpiller de devreye girince, konsolosluk işlemleri yarım gün sürdü ve ben sabah gittiğim binadan öğlen elimde alman vizesiyle çıktım. basçı arkadaşın bu disiplinsiz hareketi ona pahalıya patladı ve tarkan'ın grubuna bu şekilde dahil oldum. kısmete bak, 2 sene önce kayıt işinde atıp tuttuğum sanatçıyla senede 2oo konserlik bir maratona çıkıyordum.
yanlış hatırlamıyorsam almanya'nın çeşitli şehirlerinde 15 konser verdik. hepsi full ve süper geçti. yurtiçi ve yurtdışı da dahil olmak üzere konser vermediğimiz şehir kalmadı. grup o kadar eğlenceliydi ki, muhteşem yerler gördük, süper konserler verdik ve bir o kadar da güzel, komik ve ilginç anılarımız oldu.
turne hikayeleri bir başka yazıya kaldı ama tutmaz diye düşündüğüm bir işin, stad konserlerinde 30 bin kişiye çalmak da süper bir duyguydu. tarkan'la 3-4 seneye yakın çaldım. daha sonra yollarımız ayrıldı ama çok eğlendiğim ve anlaştığım, muhteşem bir ekiple birlikte çalmanın hazzı hala aklımda. önce kıl oldum abi ama sonra gördüm ki  a acaipmiş...

fotoğrafta görüldüğü üzere bel çantası o dönem çok moda olmalı ki hepimiz bu çirkinlik abidesi çantayı kullanmışız. 94 yılı almanya turnesi soldan sağa; recep özçakır ( klasik gtr), tarkan, nostradamus (bas), aydın şeref (davul), gür akad (gtr) ve ebru aydın (vokal)

üstteki fotoğrafta da tarkan'ın yanında mert topel (klavye) ve ümit sayın (vokal) var.


26 Ağustos 2014 Salı

sokarım kinayene

o kadar alıngan bir toplumuz ki, esprinin incesi, kinayenin kalını filan dinlemezük. anında kafa göz dalarız. zamanında adam dr. erol bey diye parça yaptı, bütün doktorlar ayaklandı mesleğimizle dalga geçiyor diye. dizide sınavı kazanamayan kızına ''kapıcı kızı bile olamadın'' diye çıkışan anneye bütün kapıcılar ayaklandı, rtük'e şikayet dilekçeleri yağdı. geçen feysbukta espri amaçlı yazdığım ''first ladyler daha çok  evime  gelen temizlikçilere benziyor'' cümlemi birebir algılayan arkadaşlarım oldu. ''ya annem temizlikçi olsa filan'' diyor mesela. ''mesela annen de temizlikçi olarak buna gülse nasıl olur'' diyemiyorum. zaten chat imkanında ifadesiz bir ortamda yazdığın her kelime sana yol su bıçak tabanca filan olarak dönebilir. o yüzden uzatmanın manası yok, kesiyorum. kendimizle dalga geçebildiğimiz sürece daha barışık, daha tahammüllü bireyler olacağımız kesin. ama nerde? bu seviyeye gelmemiz için ne gerekir bilmiyorum. genlere işlemiş sanırım. en ufak kavgada ana avrat dümdüz giden adamın da bu yüzden karnını deşiyoruz. mahkeme de bile anama küfretti savunması hafifletici neden sayılıyor. fransız bir arkadaşıma bunu anlattığımda, ''annem 70 yaşında çok hoşuna gidebilir'' demişti. adamda ki anlayışa bak. gel de bu herifle kavga et. kültür sadece okuyarak olmuyor maalesef. çevre, vizyon, beyin yapısı ve iklim şartları da önemli tabii. ''anneme reklamcı olduğumu söylemeyin, o beni bir genelevde piyanist sanıyor'' kitabının yazarı türk olsaydı, muhakkak 3-5 reklamcı yemez içmez, bu herif bizle taşak geçiyor diye mahkemeye verirdi. her kelimeyi seçerek konuşmak, aman şimdi o üzülmesin, bu alınmasın diye hayat mı geçer allahaşkına? amaç kimseyi kırmak, üzmek değil elbet. ama benzetmelerde insanların anası babası ne iş yapıyor diye düşünemiycem, kimse kusura kalmasın. bizim mahalleden bağırarak geçen sütçünün sesi ferhat göçer'e benziyor desem, bu sefer sütçüler ayaklanır. sen bize boktan sesli mi diyorsun diye. o kadar da şuursuzlaştık yani.
son olarak iğneyi kendime batırayım. okan bayülgen kendi programında yaptığı tespitte; '' grubun en yakışıklıları solistlerdir, basçıları hemen ayırt ediyorum, çünkü en ezik onlar duruyor''demişti. ben de yurdum insanı olarak tabii ki ''ezik senin anandır'' diyerek tepkimi göstermiştim. fakat sonra düşününce adama hak verdim. özür diliyor ve lafımı geri çekiyorum. burda okan'ın 'ezik' kelimesini daha sakin ve mütevazı anlamda kullandığını düşünüyorum. kıssadan hisse biraz geniş bir insan olmak, ota boka alınıp dellenmemek, kinayeleri ayırt etmek, esprileri anlamak, kısacası okuduğumuzu iyi deşifre etmek çok önemli. ha gayret, en azından doğacak çocuklarınız için gayret edin. sizden geçmiş olsa bile.

22 Ağustos 2014 Cuma

türk işi ays buket. (ağır magazin içerir. dikkat!)

als hastalığına dikkat çekmek için yapılan ice bucket challenge olayı pek bi meşhur şimdi. tabii bizim ünlüler de yemediler içmediler olaya hemen atladılar. maksat göz önünde olsunlar. hülya avşar kovanın içine  doldurduğu çeyrek lt. su ve 3 buzumsu parçayı, hacet görme pozisyonunda, oliiy oliii gibi garip sesler çıkararak kafasından aşağı döktü. yemek sepetinin sahibi bey de, kara murat filmlerinin meşhur senaryosundan esinlenerek çektiği kliple, ''ben varım ben varım'' replikleriyle sağdan soldan eklenen genç güruhla kafasından aşşağı suyu boca etti. 1000 lira yatırmayı da ihmal etmedi sağolsun. demet akalın buzu yer yemez 'haaassitir'i de ağzından koyverdi ki bence en dikkat çeken kısımdı. suyu dökmesin sırf küfür etsin yeter.. hanfendi sanatçı! allah için. üşenmeden hepsini seyrettim. çoğu ünlünün bu enfes malzemeyle ''1000 liraya daha iyi reklam mı yapılır'' diye düşündüğünden eminim.(toplanan paraya bakılırsa işi bedavaya getirmişler). belki de ben fesatım, ama bugüne kadar her boka mal bulmuş mağribi gibi atlayan ünlülerimizin samimiyetine de maalesef inanmıyorum. ne kötü di mi? kafandan aşağı sulu kezzap dökeceksin deseler, denerler diye düşünüyorum. bağış olayına gelince lütfedip 1000 lira verenler oldu ki, inanın gece klüplerine gittiklerinde valelere verdikleri bahşiş daha fazladır. finalde toplanan parayı da gördük. amerikada 15 milyon doları geçen bağış, çok vicdanlı futbolcu, işadamı ve büyük sanatçılarımıza rağmen 5 bin lira civarlarında kaldı.
son olarak gıkını çıkarmadan büyük bir ciddiyetle kafasından aşşaa koca kupayı boca eden lady gaga'yı kutluyorum. siyasilerden de aynı hamleyi bekliyoruz. biz ise zavallı vatandaşlar olarak  bütün bu yaşadıklarımız üzerine anca bir buzlu su içiyoruz. yarasın.

19 Ağustos 2014 Salı

amatör festival

türkiye'de tribünlere oynamak adettendir. her konuda, kendi  yandaşlarını kaybetmemek adına kendilerini haklı, masum göstermek için yüksek perdeden bağırıp, demagojinin dibine vururlar. genelde arabesk bir davranış biçimi olarak gördüğüm bu yaklaşımdan oldum olası midem bulanmış ve yapanlara karşı da saygı duymamışımdır. geçtiğimiz hafta sonu, adalarımızdan birinde düzenlenen festivale giden seyircilerden bazı kendini bilmezler, gece ada halkını rahatsız etmişler, ateşler yakılmış, yollara sıçılmış, milletin evinin önüne kusulmuş e haliyle ufak tefek esnafla da sürtüşmeler yaşanmış.  bütün bu olayların üstüne emniyet müdürlüğü gerekli güvenliği sağlayamayacağını düşünmüş ve organizasyonu yapanlarla ortak karar çerçevesinde festivalin 2. gününü iptal etmişler. tam da gitmeyi düşündüğüm gün duyduğum iptal haberi beni üzdü ve nedenlerini hem adada yaşayan arkadaşlarımdan hem de organize işlerini gayet iyi bilen, bu konudaki tecrübeleri sabit, fikirlerine ve sağduyusuna güvendiğim bir arkadaşımdan öğrendim. konuyla ilgili sadece ve sadece twitterdan ''eğer festival bitmişse, göt içi kadar adada bağırıp çağırıp milleti de rahatsız etme kardeşim. eğlen sonra da evine dön.'' yazdım. burda ne festivale, ne düzenleyenlere ait en ufak bir serzeniş ve bok atma yok. gel gör ki çok kadim bir grubun, kadim basçısı, herkesin abi dediği, bizim de aklından asla şüphe duymadığımız meslektaşımız benle birlikte iki, üç arkadaşımı hedef gösterip, festivale bok atmakla suçlamış. kendini savunma amaçlı yaptığı yazısında finalde de hepimizi affetmiş. sanırsın festivali karalamak adına, ada halkını naralar atıp biz uyandırdık, milletin kapısına biz kustuk. kırılan bira şişeleri varmış, halbuki festivalde sadece kutu bira satılmışmış. festival bittikten sonra bakkaldan da kutu bira alımını sağlamış herhalde bu arkadaş. velhasıl kelam ortada çok net bir olay var, fakat kadim basçı abi bunu göremeyecek kadar sinirli olduğu için nereye saldıracağını şaşırmış. yazdığı yazının altına da yandaşları hemen ''aslan abim, süper festti, kıskananlar çatlasın'' şeklinde methiyeler düzmüşler.
dünyanın her yerinde festivallerde, bağırış çığırış, kusma, sıçma, kavga olur diyen arkadaşlara da lafım var. tabii ki olur. o yüzden organizasyonu yapanlar konuyla ilgili her türlü güvenliği, temizliği boku püsürü sağlarlar. organizasyon işi profesyonel bir iştir ve beceriksiz insanların elinde faciaya dönüşür. kendi işimi kendim yaparım diyip, amatörlüğü savunursan sonuçlarına da katlanırsın. amatör bir ruhla profesyonelce çalışmaktır doğrusu abicim. finalde de ''her şeyi bana soracaksınız, bana. saksı değilim ben'' diye bağıran erol büyükburç misali, ''kızdım ben kapatıyorum konuyu gidiyorum'' diyemezsin. empati kur önce, yazılanları iyi deşifre et, mümkünse boyundan büyük başka işlere de karışma.
festival canavarı levent.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Mike Love Band- "Barber Shop"





bu sabah tesadüfen karşılaştığım bu gruba bayıldım ki pek reggae sevmem. mike love hawaii'de doğmuş, zaten oranın folklorik ögeleri müziğine de yansımış. sayfasında vegan olduğunu belirtmiş. yaptığı müziği dinleyince ne kadar iç huzuruna erdiğinin farkına varıyorsunuz. hastasıyım böyle insanların. jah.

15 Ağustos 2014 Cuma

terapisti boşver motor al

motosiklet kullanmak iyidir. çevreye daha az zarar verirsiniz, park sorununuz olmaz, yakıt olarak daha hesaplıdır, trafiğe fazla takılmazsınız, kendinizi daha özgür hissetmenizi sağlar, rüzgarı, ağaçları ve toprağın kokusunu hissedersiniz. dünyanın en güzel, en zevkli, heyecanlı ve mutluluk verici aktivitelerinden biridir motor sürmek. dertlerinizi unutturur, kan dolaşımınızı arttırır, hayatın güzelliklerini, renklerini, anlamını kavramaya başlarsınız. korkularınızla yüzyüze gelirsiniz ve üstüne sürersiniz. dertlerinizin üstüne sürersiniz, kavgalarınızın üstüne sürersiniz, utangaçlığınızın üstüne sürersiniz, monotonluğun üzerine sürersiniz. sizi bu hayattan soğutan her ne varsa üstüne sürebilirsiniz. trafikte söylenerek yitirdiğiniz zamanların, motor kullanmamak için bulduğunuz bahanelerin hepsini çöpe atmanız için tek yapmanız gereken cesaretinizi toplamak ve motora binmek. bundan pişman olmayacağınızın garantisini verebilirim. 
eğer hala, 'bu ülkede motora mı binilir?', 'üstüne sürüyorlar', 'korunaklı değil' gibi bahanelerin altında ezilmekle vakit geçirenlerdenseniz, bizim yolumuzu kapatmayın, yanımızdan nerdeyse sürtünerek geçmeyin, yakın takip etmeyin, makasa almayın, bizimle kapışma cüretini göstermeyin ( en hıyar motor bile ilk tıkanıklıkta yanınızdan 20 km ile sizi sollayacaktır), yağışlı havalarda birikmiş sulardan ayı gibi geçip motorcuyu zor durumda bırakmayın, kuryelerle, nizami motor kullanıcılarını bir tutmayın, kurye bile olsa o da candır gençliğine verin ölmesine sebep olmayın, motor yerlerine parketmeyin ve bizi FARKEDİN!..

derler ki; 
eğer bir günlük mutlu olmak istiyorsan, iç.
eğer bir yıl mutlu olmak istiyorsan, evlen.
eğer bütün hayatın boyunca mutlu kalmak istiyorsan, motor kullan.

siz otomobilinizle hava atmaya devam edin, biz de hava almaya devam edelim. sağlıcakla kalın.


13 Ağustos 2014 Çarşamba

görmüyorum o halde yerim

fast foodlarda yediğiniz kanatların civciv olduğunu biliyor musunuz? peki tavukların çabuk büyüsünler diye hormonlu ve hareket edemeyecek şekilde beslendiklerini. ya nuggetların yapımında ayak ve kafa hariç bütün iç organların olduğunu... sosis yapımının tarifini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. güzel. şimdi kedinizin başını okşayın ve hayvanseverliğinizle gurur duyun.
günlük yaşantımızda çabucak bir şeyler atıştırıp zamandan kazanmak için fast foodlardan çıkmıyoruz. kötü beslenme bir kenara, hastalığa davetiye çıkaracak bu beslenme şekli en başta çocuklarımızı da tehdit ediyor. sosyal medyada  tüm geyik konuşmaların, binlerce hit aldığı bu tip mevzuları işimize gelmediği için es geçiyoruz. ''görmüyorum o halde yerim'' mottosu işimize geliyor çünkü. kimseyi vejetaryen ya da vegan olmaya çağırmıyorum. olanlara ise sonsuz saygım var. ama hayvan katliamını azaltmak yine biz insanlığın elinde diye düşünüyorum. burger king, mc donald veya kfc gibi sektörün azılı hayvan katillerini boykot edebiliriz mesela. geçen seyrettiğim sosis yapımında, canlı yavru domuzları bıçkı makinesinde parçalara ayırıp, finalde bütün iç organlarıyla püre haline getiriyorlar ve paketliyorlardı. o hayvanların can çekişerek ölümünden biz sorumluyuz. bu kadar tüketirsek herifler de bizim gırtlağımıza daha çok tavuk gagasını veya domuz bağırsağını sokmak için debelenir haliyle. bilmediğiniz şeyleri anlatmıyorum, ama kedi ve köpeklere gösterdiğiniz ilgi bana antipatik gelmeye başladı. bu ne perhiz ne lahana turşusu. senin kedini veya köpeğini tayland'da, kore'de yiyorlar bacım. aksaraydaki şizofren kadını, öldürdüğü kedi yüzünden, bağırsaklarını deşmeyi düşünüyorsun... tayland'a ne zaman atom bombası çakarsın bilmiyorum artık.
bir düşün bakalım neler yapılabilir?
sevgiler.

12 Ağustos 2014 Salı

good evening sir

sene bilmem kaç londra'da geziniyorum. piccadily, soho, hele ki camden town favori yerim, çünkü bit pazarı gibi yerler var. portobello muydu yoksa bit pazarının olduğu yer? aman her neyse, ne de olsa biri beni düzeltir. türk olmanın en güzel yanı her şeyi düzeltmemiz. konudan konuya atlıyor gibi olacak; roma'dan gelmişim, yine fi tarih. öğrenciliğim yeni bitmiş. o zaman benim kız ufak. çocuk arabası almak için mağazaya girdik. chicco model olan  hoşuma gitti. ''chicco (kikko okunur) ne kadar?'' diye sordum. tezgahtar öğretmenlikten terk olacak, bedelini söylemek yerine hemen beni uyardı. ''çikko o''. karşısında 5 senedir roma'da kalmış, italyan lisesinde okumuş bir adama italyanca öğreten bir tezgahtar, hastasıyım. hayır farzet ki yanlış söyledim. ''çükko'' desem bile, sen yine de fiyatını söylesene. sana mı kaldı italyanca hocalığı? o zaman gençlik başımda duman, şimdiki gibi tahammül ne gezer? kızın suratına gülerek ''vaffanculo'' demişim. kız da ''ondan yok'' filan diyor. moronluk abidesi.
neyse londra diyordum. harrods mağazaları pek bir meşhurdur. hazır önünden geçerken içeri daldım. mağaza dediğime bakmayın. bizdeki gibi cam ve demirden oluşmuş boy aynası gibi yapılardan bahsetmiyorum. bildiğin müze gibi bina. 1800 lü yıllarda kurulmuş, baya tarihi olan bir yapı. tarih, sanat, aydın toplum, medeniyet vs birleşince her boka yansıyor haliyle. adam da buckingham sarayı var. bize fırsat verseler dolmabahçe sarayının yanına da simit sarayı açarız. asıllarını korumak varken, tarihi dokumuzun içine sıçıp, tabelaya bir de yabancı bir isim koydurduk muydu tamamdır. sahibinin türkçeyi bile doğru dürüst konuşamadığı, iki kelimeyi bir araya getiremediği yerde adamın dükkan ismine bakıyorsun; simitchi, börekchi, my world ağaoğlu mesela. ağaoğlu sular seller gibi ingilizce konuşur siz bilmezsiniz.
dönüyorum harrods'a. birbirinden şık dükkanlara bakarak geziniyorum. puro dükkanına rast geldim. o zamanlar sigarayı yeni bırakmışım, keyif olsun diye arada sırada puro içiyorum. vitrinde o kadar güzel puro kutuları var ki, bir tane kaparım diye içeri girmemle, yanlış bir karar verdiğimi anladım. en azından daha düzgün bir kıyafette olmam gerekiyor diye düşündüm. tezgahta duran adam bildiğin lord. ben hayatımda böyle düzgün ütülenmiş bir pantolon görmedim. çizgisi o kadar net ki, elma dilimlersin. adamın üstünde frak var yahu! prens charles diye yuttursalar adamın önünde diz çökerim, o derece. girmiş bulunduk bir kere. adam beni dilenci sanıp kapıyı gösterse rahatlıyacağım ama o da ne ''good evening sir'' filan diyor. altımdaki pantolon woodstock festivalinden kalmış gibi, tshirt ise anlatmaya değmez, adam bana ''sir'' diyor. potansiyel olarak buradan puro kutusunu bırak bir adet kibrit çöpü dahi alamaz görünümdeyim. fiyatlara göz gezdirince sadece görünümde kalmadığımın ben de idrakine vardım. 1600 pound bir puro kutusuna veremeyeceğim. adam tam arkasını döndüğünde sıvışırım filan diye düşünüyorum. süzülerek kapıdan çıkarken adam tabi ki enseledi ve en kibar haliyle ''good evening sir'' ü yine çaktı. ''see you'' filan gibi bir şey geveleyerek çıktım dükkandan.
keşke bir tane puro alsaydım bari diye düşündüm. en ufağından, en hesaplısından. şöyle bir maltla tüttürür keyif yapardım. cebimden bir tane cafe crem çıkarıp yaktım ve yoluma devam ettim. kağıt mağıt bu da fena değil yahu. niyet önemli.

10 Ağustos 2014 Pazar

oy oy ekmelim. nedir bu güzellikler nedir bu güzellikler

sıcaktan kan ter içinde kala kala oy kullanacağım yere geldim. boru değil cumhurbaşkanı adayımızı seçecez. hepsi birbirinden tatlı mı tatlı, sevimli mi sevimli adaylarımız var. içim kıpır kıpır. yanımda duran siyah peçeli kadın bu sıcakta oy vermeye gelmiş garibim. afferim ona. güneşten korunmak için her tarafını kapamış. termos gibi, soğuğu içinde muhafaza ediyor zaar. mini etekli kızımız da hem oyumu veririm hem de 2 dirhem daha yanarım kafasında. ben şort t-shirt kombinasyonunu tercih ettim. genel mahalle erkeklerinin tercihi de bu yönde olmuş. arada şalvar pantolon giyen köy insanı da kıyafetini şık kasketiyle tamamlamış. türbanlı bacılarım şıklık yarışında. rengarenk eşarpları ve son derece şık sade  pardösüleriyle arz-ı endam eylemekteler. renk olarak bej ve füme tonlar hakim. ortam sakin. polisler gömlek yakalarını açıp, beyaz mendillerini boyunlarına atmışlar. western filmlerinden fırlamış gibi duruyorlar maşallah. birisiyle göz göze geliyoruz ''whatz up dude'' dedi. çok iyi ya. ne medeni bir ülkede yaşıyorum tanrıma şükürler olsun. sandık görevlisi uzun uzun beni kesiyor. dövmelerimi çok beğendi bir ihtimal. ''ekmel forever'' diyorum. mosh hareketiyle cevap veriyor. ayak üstü muhabbet ediyoruz. ''zeppelin ne efsane gruptu ya'' diyor. halbuki adamın tipinden ferdi tayfur'un bütün kaset kolleksiyonunu toplamış olma ihtimali akıyor. önyargı kötü bir şey işte. ben de ''müslüm'cüyüm'' diyorum.. gülüşüyoruz. oy verme sırası bana geliyor. pusulamı alıp kabine giriyorum. 3 aday da karşımda 'o piti piti piti karamela sepeti terazi lastik jimnastik yapıyorum, çıkan adaya basıyorum mührü. tam 12 den koydum yine çocuğu. daireden taşmadı bile. askerde de çok iyi atıcıydım zaten. görev tamamlandı. eve dönerken yaşlı teyzem ''hayırlı olsun evladım'' diyor. ''hayır götümüze kaçtı teyzecim'' deyip pamuk ellerinden öpüyorum. ''seni kerata seni'' diye gülüp bastonunu kafama vuruyor. kafam acıyor mu yanıyor mu çatlıyor mu anlıyamıyorum. hemen eve gidip bir sirkeli su yapıp kafamdan aşağı dökmem lazım. başıma güneş geçti sanırım. sandık görevlisi 'whole lotta love' mırıldanıyor. tanrım aklıma mukayyet ol. koşarak uzaklaşıyorum.

8 Ağustos 2014 Cuma

Shuffler - Hit Me With Your Rhythm Stick / Alphabet St - Live Studio Ses...





ilk parça ian dury & the blockheads parçasının süper bir yorumu. orjinal bas rifi norman watt-roy'un.  jamiroquai'dan tanıdığımız paul turner'ın enfes 'groove'uyla daha da leziz bir hale gelmiş. dinleyin derim : ))>

7 Ağustos 2014 Perşembe

önce dövme sonra tövbe


''dövme yaptırmayı çok istiyorum ama sıkılırım diye korkuyorum.'' en sevdiğim cümle! ''yahu kısaca götüm yemiyor'' desene. bu cümleyi, bir tek ajda pekkan kurarsa kabul edebilirim. çünkü kadın aynaya baktığında kendi suratından sıkılıp bıçak altına gözünü kırpmadan yatıyor. yakında kırpacak gözü de kalmayacak gerçi, gerilmekten göz kapakları işlevini yitirdi. neyse gelelim konumuza; dövme yaptırmaya karar verdiğinizde sizi doğru yansıtacağını düşündüğünüz, kendi felsefenize, tarzınıza (varsa), hayat görüşünüze uygun, desen veya motiflere yönelmelisiniz. bunun için de dövmeciye gitmeden bir ön çalışma yapmalısınız. ömrünüzün sonuna kadar gururla ve sıkılmadan taşıyacağınız figürü bulduğunuzdan emin olduğunuzda ikinci aşamaya geçip dövme artistinizi bulup, onun da fikrini alabilirsiniz. ama çoğu insan gibi siz de dövmeciden içeri girip, ne yaptıracağını bilmeyenlerdenseniz, muhtemelen laf olsun torba dolsun dövmesine sahip olup çıkarsınız ki, bu genelde ya sevgili ismi, ya sonsuzluk işareti, ya nazar boncuğu ya da katalogdan seçeceğiniz burç dövmesi olacaktır. bazen ''koluma gülen güneş dövmesi istiyorum'' diyip, ayağına yapılmış uç uç böceğiyle çıkanları da gördük.
abdurrahman adındaki sevgilisinin adını, yüzük parmağına yazdırmak isteyenleri de. bir de portresini çizdir istersen serçe parmağına. mikro cerrahi mi lan bu? dövmeden bihaber, sadece dövmem olsun kafasıyla bu tip dövme yapılmaz. adam gelmiş, göğsüme kartal istiyorum diye, elini de 1 karış açmış, üstüne de ekliyor ''sıkılırsam nerde sildirebilirim?'' dereyi görmeden paçaları sıvaması yetmemiş, donunu da çıkarmış. git bir hamama, sıkı bir kese attır, çıkar hemşerim. yahu eşşek kadar kartalı yaptırana kadar sana direkt kıçına eşşek dövmesi yapalım, tam sildiremezsen ah benim eşşek kafam diye dövünürsün.
dövme bütçesi de ayrı bir konudur. istedikleri dövmenin fiyatını duyduğunda ''aa çok pahalı alt tarafı şuncacık bi şi çizilcek'' diyenlere tavsiyem, ömrünün sonuna kadar vücutlarında taşıyacakları bir dövmenin ucuz olamayacağını kafalarına sokmalarıdır. meşhur dövme atasözü ne der? 'ucuz dövme güzel olmaz, güzel dövme ucuz olmaz.'
''dövme yaptırırsam devamı gelir diye korkuyorum.'' bu da götüm yemiyor''un ikinci versiyonu. yani adam direkt bizim gibileri freak olarak görüyor ve o kategoriye girmekten tırsıyor. sanırsın bret pit. ulan kıllarından görülmez ki zaten dövme derdini yiyim. acı boyutu var tabi işin bir de. bu konuda kadınlar daha dayanıklılar. acı eşikleri bize göre daha yüksek, veya ağda işleminden alışkınlar, kimbilir.
dövmelenmek istiyorsanız dediklerimi kaale alın, kafanızın karışmasını istemiyorsanız fazla kişiye de danışmayın. dövme size özeldir, sizin için büyük anlamı olan, başkaları için hiç bir değer taşımayabilir. balıkçıysanız olta resmi sizin için çok esprili olabilir ama, çok saf biri için hakaret olarak algılanabilir. denizatı yurt dışında biseksüelleri temsil ediyormuş mesela. çok maço bir tipseniz, sırf şeklini sevdiniz diye kolunuza denizatı yaptırırsanız, otobüsteki adam size niye göz kırpıyor diye kafa atmayın. şaka bir yana, dövmede çoğu figürün, motifin, hayvanın bir anlamı vardır. kimi gücü temsil eder, kimi şansı, kimi sevgiyi... demek ki neymiş? araştıracaksınız kardeşim. dersinizi iyi çalışacaksınız. 'only god can judge me' yaptırmış 3 milyonuncu kişi olmak istiyorsanız o zaman size diyecek bir lafım yok.
''yaşlanınca derim kırışırsa dövme bozulmaz mı?'' yaşlanınca tek derdin bu olsun çocuğum. kırışık derine işlettiğin, her birinin anısı olan dövmelerin varsa, burda düşünmen gereken ''torunlarına anlatacak hikayelerim olacak mı?'' olmalıdır. yaşlanmayı dert ediyorsan olmadı gerdirirsin ne diyim?
ve son olarak dövme günah değildir, abdest de tutar. konuyla ilgili diyanetten onay aldım.
olmadı ne diyoruz? önce dövme sonra tövbe...

peki bütün bunları yaptıktan sonra hangi stüdyoyu tavsiye ediyorsun diyenlere ahanda adres:

http://www.elephant-tattoo.com/

6 Ağustos 2014 Çarşamba

açık büfeye taarruz

tatilde insan aç uyanıyor. deniz, güneş, sıcak, gezme tozma sanırım enerjini bitiriyor o yüzden sürekli ya yiyorsun ya içiyorsun. otelde kalmanın güzel tarafı kendin bir şey hazırlamıyorsun,  mis gibi hazırlanmış açık büfe kahvaltı var ve bittikten sonra da toplama derdin yok. genelde 5 yıldız bir otelde değil de bizim gibi mütevazı bir motelde kalıyorsan, (gerçi sahipleri 'butik otel' demeyi uygun görmüşler), kahvaltıda karpuzun yanı sıra egzotik meyveler, 2 çeşit beyaz peynir(biri keçiden) veya kaşar peynirin yerine camembert, gravyer, hazır paket reçel ve balın yerine de ev yapımı yöresel reçeller yok. uzatmayayım kahvaltı da gayet ucuz yollu halledilmiş olmakla beraber, yumurtan çayın, otel sahibesinin otlu börekleri ve poğaçaları ile gayet doyurucu. tabi kahvaltı bedava diye tabaktaki bütün domatesleri, peynirleri, zeytinleri bitirenler de yok değil ki bunlar en sevdiğim kategoriyi oluşturuyor. arkamda biri varsa,  mümkün olduğunca gözlerimle alacaklarımı seçip, yiyebileceğim kadar alırım. ama heyhat! önümdeki hatun kahvaltıdan sonra direkt denize girecek olmalı ki, bikinisinin üstüne giydiği şeffaf geceliğiyle önümdeki ürünleri süzmekte. peyniri süzüyor, zeytini karıştırıyor, sonra cayıp tabağına karpuzu dolduruyor da dolduruyor. direkt diyarbakır karpuzunu versen yiyecek bünyeye bak. fesuphanallah diyorum tabağıma 5 adet zeytin ve beyaz peynir alıyorum. kadın domatesleri de götürdü, garson çocuğa başka domates yok mu diyor? kırmızıya sempatisi var belli. kırmızı t-shirt giysem beni de yer. şurdan yumurtamı alıp, bi tane de börek kapsam, finalde bir çay almak kalıyor ki, yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim sayılır. kadın benden önce atlıyor ve bira bardağı büyüklüğünde 2 su bardağına çay dolduruyor. aha bitti çay. kadın  topuklularla zaten 1.90 bir laf etmiyorum. at karı deper valla. bu hatuna şimdi su da yetmez yalak getirin. ince belli bardağa zar zor imamın abdest suyundan hallice çayımı koyuyorum. insanların egoist tavırlarına uyuzum. kıtlıktan çıkmış gibi herşeye saldıran, sonra fazla geldiği için tabağında bırakan müsrif insanlardan haz etmiyorum.
ayağımın altında kedi miyavladı, ''tatiline bak amma söylendin'' diyor. haklı. tabağımdaki salamı ona verdim. kulak arkası yaptı, tokmuş ''sonra yerim'' dedi. iyi fikir. poğçamı peçeteye sarıp, çantama attım. afyonum patlasın hele, dışarda bir yerde demli çayla, poğçamı yerim artık.

5 Ağustos 2014 Salı

sağ yap topla gel, müziği kıs da gel


bodrum'u çok severim, laf ettirmem. bayramda seyranda, çekirge sürüsü gibi güzelim yeri basıp ağzına sıçan da biziz, laz müteahhit kafasıyla güzelim dokusunun içine edip, dağ tepe sitelerle dolduran da biziz. sonra da vay anam bodrum iğrenç oldu. sensin iğrenç! koca koca jipler, lüks otomobillerle daracık sokaklarında hava atmaya çalışıyorsun. her yer iki adım zaten, yürürsen incilerin mi dökülür? saatlerce araçların içinde aynı büyük şehirlerde ki gibi vakitlerini geçiriyorlar. gittikleri mekanlar da aynı şekilde. görmemişlik had safhada. volume o kadar açık ki kulak zarı değil, bakirelerin kızlık zarı bile yırtılabilir. konuşacak mevzusu yok herhalde bu tip eğlence sevenlerin. garsona sipariş verirken bile, gıdısından öpücük alıyor gibi gözüküyorlar. masalarda genelde erkekler de kızlar da durdukları yerde, tek el havada, sürekli ''topla gel'' hareketiyle müziğe tempo tutup, sağı solu kesiyorlar. türkbükü shipahoy veya o sıradaki yerlerin müşteri profili kalburüstü tipler. normal bir memurun 2 bira içse maaşını bırakabileceği yerlerden bahsediyorum. bütün kızlar düğüne gider gibi boyanmış ve giyinmiş. sahilde kumun üstünde, yanından kazlar filan geçiyor, ayağında sivri veya apartman topuklu ayakkabılar, takmış takıştırmış elinde içki 'sağ yap gel', 'dümdüz gel', 'topla gel' figürleriyle, cıs tak cıs tak kıvırmaca... hay ben sizin eğlence anlayışınıza. o bölgeden geçerken yemin ediyorum dengemi kaybettim, beyin loblarım yer değiştirdi sanıyorum. gece saat dörde kadar bu gürültü devam ediyor, hani gideyim odama dinleneyim diyorsanız kulağınıza tıpa, pamuk ne bulursanız tıkmanız lazım. gerçi o da fayda etmiyor ya neyse. tam uyuma moduna geçiyorsunuz ki sabah ezanı başlıyor. diyorum ya imam da sağırlaşmış bunlar yüzünden. megafon o kadar açık ki, zıplayarak uyanıyorsun, kafan tavana, dizin yatağa çarpıyor, komodindeki her şeyi devirip camı kapatıyorsun o sıcakta. imam kaptırmış hayatımda duyduğum en uzun ezanı okuyor. nefes alma yerlerini uzun tutuyor. tamam bu sefer bitti dediğinde tekrar başlıyor. küfürle karışık çığlık atmışım sevgilim uyarıyor. uyku filan kalmıyor haliyle, namaza gideyim, ordan da denize gideriz diye düşünmeye başlıyorum. çarpıntım tuttu yeminlen. uyku haram bu bölgede. aslında yazıya başlarken bodrum'da nerelerde neler yenir, uygun ve lezzetli mekanlar, cafeler, barlardan bilgiler aktaracaktım. bir sonraki yazıda kısmet olursa. tabi yine dellenip başka bir mecraya yönelmezsem.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

güneşlenen havlular


harika bir hava hafif esintili, deniz cam gibi, plaj bomboş, kalbim güm güm, scooterı acele değil ama yavaş yavaş parkedip, şıpıdak şıpıdak yürüyerek sahile iniyoruz. gölgede bir çift şezlong beğeniyoruz. ama o da ne? çizgili bir plaj havlusu şezlongta sere serpe yatıyor. bir başka şezlonga yöneliyoruz, orda da durum farklı değil. ferrari sponsorlu havlu, güneşin altında ıstakoz gibi kıpkırmızı olmuş. yere uçmuş beyaz peştemali üstüne seriyorum, homurdanıyor. insan olarak bir biz, bir de garson var. havlular her renk, her cins, her kalite. kimi özdilek, kimi hilfiger yan gelip tatilin tadını çıkarıyorlar. sahipleri sanırım geceden kalma. garsonu çağırıyorum. boş yer soruyorum. ''yok abi'' diyor. sahipleri gelene kadar havlulara bakıyormuş. ''burası piçleşmiş'' diyorum. ''evet abi burası beach'' diyor. ''kaçta gelir bunların sahipleri'' diye söyleniyorum. 12:30 a kadar tutuyormuş. ''saat kaç peki şimdi'' üstelemeye devam... ''daha erken saat 11'' diyor. saate bakıyorum on dakkaya süre doluyor herifçioğlu evde yok. masaya oturuyoruz, bir havlu denize uçar da boğulur, biz de şezlongu kaparız ümidiyle çay ısmarlıyoruz. 
angry birds desenli havluyla göz göze geliyoruz. mendebur havlu daha çok beklersin gibi sert bir bakış fırlatıyor. azına sıçtığımın kuşu gidip üstüne çayımı dökecem şimdi o derece ayar oldum. ordan betty boop desenli olan ''aman boşver dalaşma gibilerinden göz kırpıyor''. şıllığa bak, tipsiz yosma. sevgilim ''kendine gel havluyla konuşuyorsun'' diyor. güneş başıma geçti herhalde. spiderman şimdi martini sipariş etti lan. elimdeki buldan peştemalle göz göze geliyoruz. ''bari bırak ben keyfime bakiyim'' gibi bir havası var. ortasından bürüp kolumun altına sıkıştırıyorum, inliyor. ite bak bıraksam gidecek yani. kız arkadaşım ''yürü başka yere gidelim, zaten sevmedim burayı'' diyor. akıl sağlığımdan endişe ediyor besbelli. taraftar havluları meksika dalgası yapıyor gözümün içine baka baka. şimdi gidip üstlerine işiyecem yeter lan.
rüzgar da mı durdu ne? ter içinde kaldım. başka şezlong mu yok? havlular arkamdan ''yürü anca gidersin'' diye bağırıyor. havları dökülsün inşallah, yer bezi olsunlar sürünsünler itler. otele döner dönmez ayak havlusu yapcem hepsini. sus lan sen de! buldan piçi.


28 Temmuz 2014 Pazartesi

hadi bye

bu akşam gidiyorum. ege koylarında biraz kafamı dinliycem. sokakta omuz atandan, arabanın camından dışarı içtiği pet şişesini fırlatandan, yutamadığı balgamını yola tükürenden, suriyeli dilencisinden, para dilenen, olmadı sigara ver diyen çingenesinden, toplaya toplaya bitiremediği, bayram harçlığı isteyen şımarık piçlerden, olmayan yolundan, çıkılamayan kaldırımından, bitmeyen trafiğinden, bisiklet yoluna parkeden davarından, yaya geçidinde bile yol vermeyen sığır sürücüsünden, tükenmeyen magandasından, hala dövme görünce ''ıyy'' diyen gerzek kenar mahalle karılarından, lanet minibüs şöförlerinden ve kıçlarına kaçasıca kornalarından, komşunun çocuğunun kulak tırmalayan sesinden, ter kokan ve hala lahmacun yiyen yurdum insanından, meyvenin çürüğünü kakalayan pazarcısından, yolda 2 boyutlu hale geldiğin halde yine de omuz atan ayı oğlu ayısından, uzun adamından, siyasetinden, polisinden, muhalefetinden, cemaatinden, yobazından, teröründen, savaşından, topundan sülalesinden 1 hafta kendimi soyutlayacağım için çok ama çok mutluyum.
 1 hafta sonra görüşürüz. hepinize şeker gibi tatiller.

27 Temmuz 2014 Pazar

Foo Fighters - Times Like These (Acoustic -Skin and Bones).mp4





akustik olarak bu kadar güzel düzenlenebilirdi, ara bölümde ki nüanslar ders niteliğinde. mükemmel çalım ve yorum. dinleyin.

25 Temmuz 2014 Cuma

buna rakı derler...

sabah sabah internette gezinirken atatürk'ün uşağı cemal granda'nın bir anektoduna rastladım. çok hoşuma gitti sizinle de paylaşmak istedim. devamında da bir rakısever olarak kendi yazdığım rakı üzerine ne dedim lan benlerimi de serpiştirmeden gitmeyim dedim.
hadi şerefe.

‘Moda koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası Atatürk’ün çok hoşuna gitmişti.
Atatürk bize:
- “Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yiyip içelim. Mehtap da hazır” dedi.
Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük. Atatürk sarıldığımızı görünce:
- “Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın” dedi.
Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde Atatürk’ün heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin ortasında bir alkış sesi yükseldi. Bizim orada olduğumuzu öğrenen başka sandallar da kafileye katıldılar.
Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi konuklarıymış gibi sormaya başladı:
- “Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?”
Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeye başladı:
- “Paşam seni isteriz.”
Görülecek manzaraydı bu. Atatürk bir ara eliyle beni çağırdı:
- “Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak” dedi.
Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım.
Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:
- “Vatandaşlarım… Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım.”



***************     *****************    ******************                            

meyhanenin salaş olmayanından haz etmem. Örtü lekeli olsun ama meze lezzetli olsun.

balık oltaya değil, rakıya kanar.

meyhaneye doymaya değil, olmaya gidilir.

rakı bütün iyiliklerin anasıdır.

hayatın tadı cola değil,rakı'dır.

günü bal kaymak'la açıp, rakıyla kapatan bir adamım.

koca market yapmışsın rakı yok ne demek ayu! git manav yaz oraya o zaman.

gerildim; rakı içtim serildim.

kurda sormuşlar boynun niye kalın diye. rakımı kendim damıtırım demiş.

mezeler hazırlansın mumlar yakılsın. ayin başlasın. ulu manitu anasonlu ateş suyumuzu kutsa.

meyhaneler de gazino gibi oldu.

dionysos felan anlamam. benim tanrım aydın boysan'dır.

rakıya zam yapma kardeşim, yapma ki diğer zamların kederini, içerek atalım.

takılmıyorum rakılıyorum.

her rakı içtiğimde neyzen'i, her şarap içtiğimde hayyam'ı, her viski içtiğimde rakı'yı anıyorum.



e  bir maniyle de noktalayalım bari...

barbun'a gel barbun'a
benzer koca domuza
yanında tabi ki duzikoyla
ne dert kalir ne de tasa

sağlığınıza canlar...


24 Temmuz 2014 Perşembe

dağılın lan piçler


geçen müzik dükkanında plaklara bakıyorum çocuk bağırmasıyla irkildim. ''anneeaagghhh burdaaaayııımm''.
noluyo lan? dükkanın diğer ucundan, annesinin duymadığını düşünmüş olcek ki, daha yüksek perdeden one more time: ''aaaghhnnneeaaagghh geeeelll buraaagghyaa''. kulaklarımdan kan geldi yeminle, kadın alışmış o da aynı şekilde ''kasaadaağğhhyıım geliiyoooğğruum'' diye böğürerek cevap verdi. anlaşıldı aile sağır, böyle anlaşıyor. bitti mi? hayır. kadın çocuğu görmüyor ya, tekrar bağırdı: ''caaaaan nerdeeeghsiiinn?'' canın çıksın. len dükkanın arka kapısı yok ya işte, yürü 2 adım görürsün piçini. çocuk köşeden ''bböööö'' diye çıktı. koca mağazayı lunapark havasına çeviren bu çekirdek ailenin 2 üyesini çıtlayasım var ama sabrediyorum. bunlar nadir olan vakalar değil. restoranda, sinemada, vapurda umuma açık her yerde aileler çocuklarını ortalığa salıyorlar. yemek yiyorum veletler masamın etrafında şap şap ayaklarını vurarak bağırarak koşuyor, sinemada arka koltuğumda oturan canavar sürekli koltuğumu ayağıyla dürtüyor, dolmuşa biniyorsun yüksek sesle konuşuyor ve hiçbirinde  ne anası ne babası ikaz etmiyor. sonra da bizimki çok azgın zapt edemiyoruz. sen ver onu bana, şok aletiyle 2 dakkada nasıl getiriyorum nizama gör bakalım. hayret bişi. 
çocuklar özgür yetişsin, kendine güveni olsun ayağına ilerinin seri katillerini yetiştiriyorlar. çocuğun her  istediğini yapmak, ona gerekli ahlak kurallarını öğretmeden büyütmek, ulu orta her yerde her istediğini yapmasına göz yummanın sonunda, kendini beğenmiş, şımarık, saygıdan yoksun bir yetişkin oluşuyor ki bunları biz daha sonra maganda, öküz, mal, apaçi diye adlandırıyoruz. 
dün gece yatmışım, hava sıcak, pencereler açık haliyle, yine çocuk sesi, bağrış çığrış annesiyle konuşuyor. normalde anne olacak gerzeğin ''sus evladım, gece millet uyuyordur yavaş konuş'' demesi gerekirken, gülüyor şıllık. dünyanın en şeker, en tatlı, en sempatik piçini doğurdum sendromu. kaynar su dökecektim de engellediler.
çocuklarınıza edep terbiye öğretin sevgili ebeveynler. ördek bile yavrularına bir sıra halinde peşinden gelmesini öğretebiliyorken, sizin bu kadar yeteneksiz olmamanız lazım. çocuk yapmak kolay bakmak zor. 
bu yazıdan benim çocuk sevmediğim anlaşılmasın. ben zeki, ahlaklı, dürüst, saygılı, çocuk gibi çocuk seviyorum. büyümüş de küçülmüş piçlere kılım. çok zeki amcası kafadan 4 basamaklı sayıları çarpıyorla gelmeyin bana. çarpıyor da ne oluyor? yumurta kırabilecek mi büyüyünce, iletişimi nasıl olacak insanlarla bunlar önemli. çocuklarınızın omzuna gereksiz kaldıramayacağı yükler koymayın. sizin başaramadığınızı o başarmak zorunda değil. çocukla hava atmayın. evvelden göster pipini amcana vardı şimdi o ses çocuklar var. hepsi saçmalık. zaten bu dünyaya çocuk getirmek saçmalık. hormonlar bastırıyor ay çocuk istiyorum ne lan? hormon baskısıyla çocuk mu olurmuş? git kreş öğretmeni ol, dindir arzunu kedi misin sen?
caddeye çıkıyorum, çocuk arabalarından yürüyecek yer yok. alışverişinden de eksik olmicek ya haspa , o koca araçlarla reyonların arasında şort beğeniyor koca götüne. 5 sene sonra da gençliğimizi yaşayamadık, gezemedik tozamadık diye evlilikler bitiyor. bağırtmayın lan çocuğunuzu, benim de asabımı bozmayın. 
dağılın lan piçler, topunuzu kesmiyim şimdi.

23 Temmuz 2014 Çarşamba

marketten in organik pazara bin

organik pazara gidiyorum dediğim arkadaşlarımın çoğunun suratında müstehzi bir gülümseme, ''bu da kendini iyice bozdu, ne organiği kardeşim hepsi üçkağıt onların'' düşüncesi oluşuyor. bunun bir adım ötesi ''biz türküz lan bize bir şey olmaz.'' nah olmaz! her ailede nerdeyse 1 kanser vakasına rastlamıyor muyuz? düzenlenen tohum yasasıyla yerli tohumun köküne kibrit suyu ekmeye ant içmiş hükümetimiz, çoğunluğu israil'den gelen gdolu veya kısır tohumlarla bize sebze değil dolaylı da olsa kanser hücresi yediriyor. organik pazarlara çok pahalı önyargısıyla gitmeyen bir çok insan olduğunu biliyorum. ya da tembelliğinden hemen köşedeki marketten saman tatlı ama cilalanmış sebze meyve almayı tercih eden... 

mesela şu yanda gördüğünüz 965 gr ağırlığında nam-ı diğer tembel domates. bu küçük serçe dudaklı arkadaşı gören bir çok tanıdığım ''oha lan hormonlu bu'' dedi. makyajını tazeleyip, saçını tarayabildiğin ayna  gibi domatesleri almaktan, gerçeklerin böyle yamru yumru olduğunu unutmuşuz. 
ben her pazar maltepe - altayçeşmedeki organik pazara gidiyorum. ahmet abi'nin maydanozları ve ıspanakları efsanedir mesela. harika gözleme ve yaprak sarma yapan güleryüzlü teyzeye uğramadan hayatta geçmeyiz. fiyatlar sizin sandığınız kadar fahiş değil. %30 luk bir fiyat var ki bu da sağlığınızı düşününce kayda değer bir fark değil. yerel üreticiyi desteklemek istiyorsanız, aynı zamanda güzel yemekler yiyip, ağız tadınıza yeniden kavuşma arzunuz varsa bu pazarlara gelin. anadolu yakasında kartal, maltepe, göztepe özgürlük parkı ve üsküdar'da bu pazarlardan mevcut. bugün itibariyle okuduğum bir haberde kayseri'nin 2. ekolojik pazarı talas'ta yenidoğan semt pazarında, bodrum'da da çarşamba günleri bodrum pazar yerinde kurulacağını okudum ve çok sevindim. 
ilkokuldayken yerli malı yurdun malı haftası olurdu hatırlıyorum. şimdi israil malı(veya uzakdoğu farketmez) yurdun malı oldu ne yazık ki. hadi kaldırın poponuzu, bu pazar organik pazarda buluşalım. gözlemeler sizden ayranlar benden.

http://ekolojikpazar.org

22 Temmuz 2014 Salı

selamunaleykum yastayım

yas ilan edilmiş yine. allahtan konser yok. hah şimdi böyle bir cümle kurduk ya hemen bir doğrucu davut çıkar ''insanlar öldürülüyor sen konser diyorsun, utan utan'' diyip ''seni de adam sanırdık''la bitirir.
 hah işte böylelerine ''ula yarraam sen de açmasana  dükkanını veya memursan sıkıysa gitmesene lan işe, öğrenciysen desene hocana ''gelmiyom lan sınava faşist hoca, moralim bozuk bugün'' diye.
müzisyenin haleti ruhiyesini filan anlatacak değilim, zaten ne sosyolog ne de psikologum. sadece içimden geçenleri söylemek için yazıyorum. senin bi sikime üzüldüğün filan yok dostum. sadece sosyal medyada 2 kişinin daha nasıl ilgisini çekerim, 3 tane karının retweetini nasıl kazanıp prim yaparım, ''ulen ne taşaklı karıymış adama nasıl da laf sokmuş ama'' cümlelerinin peşindesin. aman madencimiz ölmüş deyip soma'ya mı gittin? yoo ananın önüne koyduğu pastırmalı fasulyeyi bir güzel midene indirirkene bana laf sokmakla meşguldün o kadar ki muhtemelen oturduğun yerden götünü kaldırıp kendin alacağına ''ana bana bir bardak da su getirsene'' diye de böğürüyorsundur.
  ben yasımı tutarken sana mı soracam dürzü? akşama kına gecesi yapıp zil takıp, ohh ne güzel insanlar öldürülüyor diyip oynayacak kadar ruhsuz ve empati yoksunu mu sandın bizi? herkes hayatına devam edecek, sahte ayakkabı, tshirt satacak, bakkalı, manavı, balıkçısı tezgahını kuracak, dolar euro kuru takip edilip, döviz alınacak satılacak, tvlerde diziler seyredilecek, yarışma programları, survivorlar da kaslı heriflere, cıbıl karılara mesajlar atılacak, müzik kanallarında leydi hande dinlenip, ojeler sürülecek ama bize gelince yas tutsana. siktirin gidin lan! siz tutun önce. o kadar türban takan kadın gördüm ne bir tanesinin manikürü eksik ne elinden düşürmediği akıllı telefonu. oynamasana lan telefonla yas var. 3 gün candy crush oynama da görelim. alışveriş yapmasana. yok sana serbest her bok. çünkü sıradan insansın. biz neyiz? marjinal. tu kaka. götümüzden para sıçıyoruz çünkü. banka arıyor? yas var canım kredi kartı kullanmıyorum, faturalar? yas var hemşerim ödemiyorum, ''sar usta ordan döner bi de ayran ama para önümüzdeki ay. öpcük kabul eder misin?'' diye sorsam, bütün büfe çalışanları sülalemi öper, ruhunuz duymaz. siz tuttunuz da ne oldu? madene yaşam odaları bizzat hükümet tarafından reddedildi. madencilerin son durumu ne alemde? haberiniz var mı? yok. şimdi ekmel efendiyle uğraşıyonuz çünkü. gazze'de öldürülenlere yasla meşgulsünüz. ne toplum ama. kendi insanına vicdansız, kaba, üç kağıtçı, terbiyesiz, ama merhamet duyguları araplara gelince pik yapmış.

yasmış. tutun amk siz. ben kendi yasımı tutacam. bu siktiğimin mesleğini bu ülkede hala yapmaya çalıştığım için.
yapacaktım 2 plaza 3 avm oh mis. en fazla paraları nasıl sıfırlıyacağımı düşünürdüm. yasın kralını da tutardım santa monicada, nis'te, florida'da.





21 Temmuz 2014 Pazartesi

KXM "GUNFIGHT" OFFICIAL VIDEO featuring George Lynch, dUg Pinnick (King'...



grup tabanca, ray luzier de ayrıca bu parçada döktürmüş, harika bir davul aranjesi. davulcu olasım geldi.

yurdum insanı da bir başkadır canım



yol çıkışını kapatıp geçişe izin vermeyen bitirim terazili minibüs şöförü,
market arabasıyla reyonu tıkayıp geçişe izin vermeyen koca götlü ağır vasıta zerzevat seçicisi,
atm kuyruğunda arkasında beklediğimi gördüğü halde, 108 tane işlem yapmaya devam eden mürdüm eriği insanı,
yakın mesafe deyip, gideceğin istikameti beğenmeyen sarı dişli taxi şöförü,
sapaklara girmek için trafik kuyruğunda beklerken emniyet şeridinden dalıp, senin önüne inatla atlamaya çalışan kruvaze ceketli şahin hıyarı,
bacaklarını mümkün olduğunca en uç iki noktaya açıp, yanında oturanları taciz eden gdosu ile oynanmış hububatlar...
şimdi bunlara sen diyorsun ki, duyarlı olalım, çevreci olalım, anlayışlı olalım, saygılı olalım, sevimli olalım, sabırlı olalım. bunlar ''insan olalım'' ın alt başlıkları değil mi zaten?

insan olmak için önce maymun olmaktan vazgeçmek lazım.

20 Temmuz 2014 Pazar

noolcek halimiz?

gazze'ye bomba!

noolcek halimiz?

hatay'a bomba!

noolcek halimiz?

maden faciası!

noolcek halimiz?

ucak düştü!

noolcek halimiz?

borsa sıçtı!

noolcek halimiz?

çözüm süreci!

noolcek halimiz?

tayyip gak?

noolcek halimiz?

gül gulp!

noolcek halimiz?

benzine zam!

noolcek halimiz?

ufo görülmüş!

noolcek halimiz?

sel bastı!

noolcek halimiz?

istanbul'u sel aldı!!

noolcek halimiz?

kedilerin suyu bitmiş!

noolcek halimiz?

söyliyim. bi bok olmicek. mal gibi yaşayıp, mal gibi ölcez.

RIP.

ps: sahte gözyaşlarına kılım.

adab-ı muaşeret

 1- yolun ortasında durup konuşma, insanların geçişini engelleme
 2- konusan iki insanın arasından geçme
 3- ayaklarını pat pat vurarak koşup insanları rahatsız etme (çocukken)
 4- terliklerini sürterek dolaşıp alt kat komşularımızı rahatsız etme (delikanlıyken)
 5- müziğin sesini çok açıp komşularını rahatsız etme ( buyukken)
 6- ağzını şapırdatarak yemek yeme
 7- burnunu karıştırma, yere tükürme
 8- kadınlara karşı centilmen ol
 9- çatalı ve bıçağı doğru kullanmasını öğren balta tutar gibi tutma
11- toplu taşıma araçlarında bacaklarını topla, yanındakini taciz etme
12- yüksek sesle konuşma (dolmuşta telefonla, restoranda arkadaşlarınla)
10- opera ve tiyatro gibi yerlere giderken düzgün giyin vesaire vesaire...

bu annemden ve babamdan hatırladığım ilk adab-ı muaşeret bilgileri. bu kuralları bildikleri ve uyguladıkları için bana da ögretebildiler.

bilmem anlatabildim mi?

19 Temmuz 2014 Cumartesi

king baby studio


king baby studio, mükemmel takılar tasarlayan, amerikalı  tasarımcı mitchell binder'in kurduğu şirketin adı. şu ana kadar gördüğüm en mükemmel ve bir o kadar da zevkli bu tasarımların hepsini satın alabilecek gücüm olsa, varyemez amca gibi havuz yaptırıp içinde yüzerim. rihanna zevksizi bile burdan alışveriş yapıyor düşün yani. tabi aynı zamanda slash, myles kennedy, mat sorum, tommy lee gibi rock dünyasının en baba starlarının vazgeçilmez adresi olmuş. amerika'da sadece santa monica ve nashville'de 2 adet dükkanı bulunmakta, o yörede olanlar muhakkak uğrayıp hem kendilerine hem de bana bi kaç yüzük, bilezik neyin alsınlar. parası neyse veririz. hediye zaten kabulüm. almanya'da ise münih'te bir şubesi var. bir ara japonya'da da açılacak diye haber okumuştum ama sanırım tipsiz japonlara vermekten caydı mitchell abi.



















istanbul'da şubesini açmak için kolları sıvadım. her hafta ne kadar şans oyunu varsa oynuyorum. ikramiye vurduğunda direkt hizmeti ayağınıza getirecem.  fiyatlar biraz fahiş olduğu için daha çok  burda pop starlar rağbet eder diye düşünüyorum. leydi hande veya jennifer hadise sıkı müdavimlerim olur muhtemelen. 
türk rock'ı genelde ya salaş, ya da para yapmışları en fazla damat tween tadında giyindikleri için, image maker danışmanlığı da verebilirim ek iş olarak. ceceliye muşta kolye ve aslan başlı bileklik, emre aydın'a ise melek kanatlı kolye ve ismi yazan dog tag ne  de güzel durur. imaj meykır değil miyim kardeşim sortaç'ın saçlarını punk bile yapabilirim. modası geçmiş kara gözlüklü neslihan korkmasın titresin hatta.



bu kadar methettin nerden görecez len bu ürünleri diyorsanız ahanda size link: http://www.kingbabystudio.com/

tembeller için de bi kaç foto serpiştireyim bari... rock n roll böyle bir şey işte. bye.







18 Temmuz 2014 Cuma

beni ben olarak bilmeyene kılım.

''abi barış manço gibisin.''
''ufuk yıldırım'la akrabalık var mı?''
''soner arıca di mi?''
''hayranınızım iskender bey (paydaş)''

ve daha neler neler... 

eğer benim gibi uzun saçlı (yer yer de olsa şimdi) ve takı takan biri isen, yüzükleri, kolyeleri gören yurdum insanı, hemen kafasında tanımadığı insanı kategorileştirmek ister. takı takan ve uzun saçlı biri isen, hooop barış abi dosyasına. hani adam esmermiş, bıyığı farklıymış, taktığı takılar osmanlı padişahı gibi taşlı ve büyükmüş bu ayrıntıların hiç bir önemi yok. barış abi büyüğümüzdür deyip sineye çekeriz. sorun yok ama kendi tarzımızın, müzikal birikimimizin, ve tipimizin zerre mi önemi yok kardeşim?

aynı bıyığa sahip herkesle akrabalık bağın vardır. halbuki ülkede ilk bu tarz bıyık uzatan bir zatım icabında. aygaz bayii muhittin abi bile şövalye tarzı bıyığıyla geceleri ex çakıp, partilere  akarken genelde seni koydukları dosya ufuk yıldırım dosyası olur.

soner arıca'da bıyık yok ama çene yapımız ve saç rengimiz (aslında o da benzemiyor ya neyse) benziyor. haa bir de müzisyeniz ya ordan kardeşlik bağını yakalar yurdum insanı. adamın şarkı söylemesi önemli değil, zaten sen bas çaldığını söyleyince haa gitar diye seni düzeltmeye çalışan ve  nesli hala tükenemeyen bir ırktan bahsediyoruz.

kilo olarak bana bir 50 kilo takmasına rağmen iskender kardeşim, müzik levelı olarak bir üst kademedeki kişilerin, hani bak ben sadece sanatçıları değil, eşlikçileri de izliyor ve biliyorum kaygısıyla ortaya çıkar. pop piyasasını yakın markaja alan bu arkadaşlar müzisyenleri onore edecez diye kaş göz ne varsa buldozerle ezip geçerler. çoğuna iskender paydaş olarak imza verip yolladım. iskender'e de levent candaş diye giden varsa burdan o'na açık mektup; sen de levent diye imza ver kardeşim mustahak bunlara.

işin hulasası beni birine benzetenlere kılım. sen ünlü müydün sorusuna kılım. tv ye cıkıyor muydunuz sorusuna kılım. yukarda bu ve benzeri olaylara muhatap kalmama sebep olan her türlü olaya kılım. buna kıl olduğumu bilip hala aynı salakça espriyi yapan ve kendi kendine gülenlere de 2 kere kılım.

hala algı sıçması yaşayan kişiler olacaktır, allah kurtarsın. sevgiler ulan.
bitti.

17 Temmuz 2014 Perşembe

pazar cinsi

pazarları severim. cins cins insan olur. genelde en cins de ben olurum. benim açımdan cinsler; şişman kadın, başörtülü kadın, genç kız, rüküş kenar mahalle dilberi, terlikli limoncu, yaşlı teyze, simit satan çocuk, küfeli amca, yine şişman kadın ve pazar arabalı yolu tıkamış dedikoduya dalmış komşu kadınlar, köşede dilenen çingeneler, zeytinlerin hepsinin tadına bakan teyze, ve yine şişman kadın... onların açısından ben de sanırım; şeytan, dövmeli adam, çeşit ula bu, tipe bak la, sanatçı herhalde vs. diye düşündükleri bir cinsim.
o yüzden pazarda kendimce bir alışveriş tekniği geliştirdim. tezgahların önünden hızlı geçiyorum. yoksa durduğum anda ''abi ne lazımdı'' ve ''patlıcan çok taze, çanakkale domatis geldi, bamya da verem mi?'' sorularından alacaklarımı  unutuyorum. adama ''roka ver'' diyorum ''kıvırcık da verem mi?'' diyor. ''nane'' diyorum, ''fesleğen de harika'' diyor. ''1 kilo soğan?'' ''2 kilo yapiyim mi, ağlatmayan cins bu'' diyor. ''ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar'' diyerek pazarcıyla gereksiz samimi diyaloglara giriyorum. maksat sevimli görünerek malı 2 kuruş ucuza almak değil de, çürükleri kakalamasını önlemek. esprinin boktanlığı ise sıcak pazar ortamını serinleten cinsten. allahtan pazarcı oralı değil, ''başka arzun var mıydı abim'' diyip şişman kadına yöneliyor. ne aldığımı bilmiyorum, hatırlamıyorum ve işin kötüsü beynim tamamen boşalmış vaziyette. işte en korkuncu bu. pazarcı tarafından hipnotize edildim, iflah olmam artık. fantastik ürünlere geçiyorum. ''ver ordan 2 adet alabaş (kohlrabi), kudret narı da ney? iyi ver ondan da  3- 4 tane. romanescu? bayılırım sar. sarı kiraz? kurtsuzlarından 1 kilo, aman kuşkonmazı atlamayalım. kişniş, taze kekik ve bilumum baharatlar sepette. oh rahatladım. eve doğru yola koyuluyorum, kafamda akşama ne yesek sorunsalı? mesela sarı kirazlı, kuşkonmaz yatağında, karamelize soğanlı romanescu fena fikir değil. ya da kudret narı suyunda haşlanmış deniz börülcesi yanında alabaş ve chery domates. bu arada evin altındaki bizim markete geldim. makarna aldım bir de yoğurt. akşama bir spagetti alla sarmısahlı tomatlı, yanına da naneli ayran oh mis.
ne o öyle sebze meyve, cins cins?

battı levent yan gider

25. ocak . 2012 - istanbul


jack benim biricik, dünya sevimlisi köpeğimin adı. fransız buldog kendisi. asil hayvan, akıllı, gıkı çıkmaz, havla dersem kırmamak için havlar o derece yani. balık almaya gittim. her zaman gittiğim mahalle balıkçımla bir yandan laflıyoz bir yandan da kilosu 7 liradan istavrit ayıklasana bana demişim; ''abi dur ben sana levrek vereyim'' diyor. deniz levreğiymiş. ulen 7 liraya akşam yemeğimi kotarmaya bakıyorum derdim o, adam bana 4o liralık balığı toka edecek. bir taşla 2 zoka. kendimi levrek gibi hissediyorum, bir silkeleniyorum ''hayır istavriti ayıkla bana çıtır çıtır yerim'' diyorum ama nafile. adam çoştu dülger de var diyor. national planet gibi tezgah ama fiyatlar da menkul kıymetler borsası. bir daha jack'le cıkmam alışverişe. beni kalantor bir herifmiş gibi görünmeme sebebiyet veren o. az kaldı ıstakozu kolumun altına sıkıştaracak. yahu çıtır çıtır mısır ununa bulanmış istavrit yemek benim de hakkım değil mi? derken jack'te bir kıpırdanma oldu. karşı kaldırımda kokoş bir teyzemin yanında seyreden pekinez cinsi köpeğe kaş göz süzmeler inlemeler. aslan oğlum benim diyip gönüllü pezevenkliğini üstlenip kadına seslendim ''merhaba tanışsınlar mı?'' diye. ''NAAAYYN'' diye kocaaman bir hitler almancasıyla karşılık verdi teyzem. ne oluyor yahu? alacakaranlık kuşagı gibi. bir elimde dülger, karşımda naaayn diyen bir alman, havlamaya başlayan cırlak pekinez köpek , inleyen jack. imdaat. kadın almancı türkçesiyle ''çok tehlikeli o'' dedi jack'i göstererek. ''yanlışınız var bu dünyanın en masum en sakin cinsidir, ısırmayı da bilmez'' diyecek oldum. ''naaayyyn naaayyn '' bir yandan da kürkünün üstüne oturmuş kafasını inatla sağa sola çeviriyor kadın. az kaldı ben ısıracam karıyı. ben hayatımda böyle antipatik bir ikili görmedim, kadın nayn dedikçe pekinezi de vikleyip duruyor. bir anda  düştü jeton.. hatun jack'i pit bull sanıyor. bu sizin düşündüğünüz gibi pit bull değil fransız buldog şöyledir böyledir diyerek ikna ettim. itiyle beraber lütfettiler geldiler. hayvan bir iki kokladı jack'i geri çekildi. kadın demez mi '' aha beğenmedi.. benim kızım her köpeği beğenmez''. hırlamışım.. öksürdüm. o sıra paketimi hazırlamış balıkçım da ''abi 65 lira versen yeter'' dedi. ''naaptın lan'' dedim ''istiridye incisi de mi koydun içine?'' ''dülger ile levreği de verdim çorbasını yaparsın hem'' dedi. battı levent yan gider. dağılın naaayn var mı bize yann bakann? yürü jack evde gösteririm ben sana.