21 Mart 2016 Pazartesi

beyaz kuğu



sevgili blog takipçilerimin dikkatine;
beyaz kuğumu satıyorum. selesinde 6 kedi barındırmış olup tam bir hayvan barınağı özelliklerine sahiptir. kedi sidiği parfümü lastiklerde hissedilebilir. güneşlenmek için arka bagaj üstü kedilerin vazgeçilmezi olmuştur. eski selesinde tırmık egzersizleri yoğun olduğundan yenisi alınmış ve üstü örtüyle muhafaza edilmiştir. bu sayede kedi tüylerinin de havada uçması engellenmiştir. aynı zamanda daha sıcak pofuduk bir kürk yastık elde edilmiş olup yavru kedilerin kendilerini ana kucağında hissedebilmeleri sağlanmıştır. hali hazırda 6 kiloluk bir sarman ve mahallenin kabadayısı yedi bela ''tekir hüsnü'' tarafından güvenliği sağlanan bu yürüyen 150 cclik kuğuyu almak için benle irtibata geçebilirsiniz. (motoru alana 2 aylık bir siyah ve bir tekir yavrusu da hediye edilecektir)

not: (başlık ağır kinaye içerir)

15 Mart 2016 Salı

bacalhau, fado, nata ve karşınızda lisboa

sokakları o kadar daracık ki karşıdan gelene yol vermezsen kendini bir anda 2 inatçı keçi hikayesinin kahramanı olarak bulabilirsin. buna ayrıca yokuşlu yolları ve arnavut kaldırımlarını da ekle. çıkmaz sokak olduğunu belirten bir tabela olmadığı için haliyle girdiğin yoldan tıpış tıpış geri dönmeler kaçınılmaz. her yol romaya çıkar durumu burda o kadar geçerli değil. her defasında evin yolu kaybedilir mi demeyin biz kaybettik. nerden mi bahsediyorum? portekiz'in başkenti lizbon'dan sevgili arkadaşlar. muhakkak görülmesi gereken şehirler listesine alın. tuttuğumuz ev lizbon'un en eski mahallelerinden olan alfama'da. girizgahını yaptığım o dar sokaklar bu bölgeye ait. sokaklar o kadar labirent gibi ki kaybolma riskiniz kuvvetle muhtemel. sokakların ve evlerin şirinliğinden zaten kaybolmak istiyorsunuz o da ayrı. her köşenin fotosunu çekmekten bir süre sonra ayaklarınız düğümlenirse şaşırmayın. eskiden bizim yerlere döşediğimiz çini seramiklerle adamlar komple evlerin dışını kaplamışlar. ilk başta oranın ''laz mütahit kafası da bu'' diye düşünmedim değil. bu kadar çarpık yapılaşmayı nasıl estetik bir anlayışa dönüştürebilmeyi başarmışlar bilemiyorum. yeme içme konusunda karşınıza en çok çıkacak olan bacalhau dedikleri, bizdeki adıyla morina (kod) balığı. kokusu açıkçası biraz ağır, tad olarak bizim alışkın olduğumuz balıklardan değil. herkesin dediği gibi mutlaka yemeniz gerekmiyor. züppeliğin lüzumu yok. çok meraklıysanız yandaki arkadaşınız illaki ısmarlayacaktır ilk önce onunkinden tadın. pastel de bacalhau yapan bir dükkan var, sunumları o kadar şık ki sırf sunuma kanıp 3,5 euro bayılıp aldım. görüntü olarak bizdeki içli köfte formatında. kod balığı, peynir, patates, sarmısak, soganla yapılıyor. 1 tanesini zor bitirdim.

gittiğiniz restoranlarda masaya zeytin, sardalya veya ton balığından yapılmış pate ve ekmek getiriyorlar. ilk başta ben yemek öncesi bu atıştırmaları ikram sanıyordum. kuver olarak yerine göre 2 ila 6 euro hesaba geçiriyorlar aklınızda bulunsun, yemek istemiyorsanız geri gönderebilirsiniz. biz hepsini afiyetle yedik çünkü o kadar dolanıyorduk ki açlıktan masayı bile kemirecek duruma geliyorduk. ama nata denilen bir tatlıları var ki işte o sizi şeker komasına sokabilir. her yerde yapılan bu tatlıyı belem bölgesinde pastais de belem'de bir başka yapıyorlar. ha bak bunu yiyebilirsiniz hadi. üstüne tarçını da bolca serpin enfes.
 müzik olarak fado hemen hemen bütün tavernalarda çalıp söyleniyor. turist kafası genelde size ne sunuluyorsa hemen dalalım şekline dönüştüğü için gidip hem yemeğinizi yiyip hem de bir nevi ağıt olan bu müziği dinleyebilirsiniz. benim ruhum bu tip müzikleri kaldırmıyor o yüzden biz gitmedik ama zaten sokaktan da duyuluyor. dinledik 2 dakka yetti. denize açılıp dönmemiş denizciye kadınlar tarafından okunan bir ağıt olan fado, ispanyol müziğini seviyorsanız gözlerinizi yaşartabilir de tabi onu bilemem.
alışveriş bölgesi diyebileceğim rossio, martim moniz gibi yerlerde aleni uyuşturucu satıcıları bize mal satmak için epey uğraş verdiler. en son polis aracının önünde göstere göstere korkusuzca mal satmaya çalışan satıcıdan sonra lizbon'un amsterdam'la narkotik kardeşlik kurabileceğine kanaat getirdim. haşhaş veya herhangi bir uyuşturucuyla haşır neşir olmak istiyorsanız rahatlıkla bu bölgeden alabilirsiniz ama cüzdanlara dikkat edin, hırsızlık almış başını yürümüş. kaldığımız evin yöneticisi olan hanımefendi pasaportlarımızı odada bırakmayı önermişti. kısacası çantanıza hakim olmanızda fayda var. 
gelelim şehrin maskotu tramvaylara. metro istasyonlarındaki makinalarda baya bir cebelleşip edindiğiniz kartlar bunlarda da geçiyor. doldurulan kartlardan almanızı öneririm. meşhur 28 nolu tramvayla 2.85 euroya harika bir tur yaparsınız. ring sefer olmadığı için ara duraktan biniyorsanız dikkat edin 2 durak sonra son durakta sepetlemesinler. biz hayırsever bir lizbon'lu vatandaş sayesinde ucuz yırtmıştık. çok konuşkan ve yardımsever olan bu abiyle ben italyanca o portekizce konuşup baya anlaşmıştık. burdan kendisine selamlar sevgiler. genelde lizbon ahalisi çok sıcakkanlı, yardımsever ve bir o kadar da çenebaz. yaşlı komşu teyzeyle her sabah birbirimizi anlamadığımız halde bize uzun hava raporu verdiğini hissettik. o kadar güleç ve sevimliydi ki sözünü kesmeye kıyamayıp paso kafa sallayıp gülümsedik. 
şehri oturduğunuz yerden yorulmadan turlamak isterseniz 'tuktuk' dedikleri 3 tekerli vespalarla saati 30 euroya gezme imkanı var. trafik denilen bir bela olmadığı için bomboş sokaklarda fellik fellik gezersiniz. bir tek tramvayların fotosunu çekerken dar sokaklarda dikkat edin duvarla tram arasına sıkışmayın. porto şarabını zaten denersiniz, vino verde hakeza ama ginjinha likörünü  rua das portas'taki sem rival'den muhakkak içip deneyin. ufacık bir dükkan yaptığı bu vişne likörüyle baya ünlenmiş. 1 euroya shot bardakta veriyor finalde de içine likörü emmiş vişneleri lüpletiyorsunuz. şekerli sanıp abartmayın 23 derece yamulursunuz aman dikkat.
3-4 gün şehri gezmeye tabii ki yetmedi ve aklımız diğer bölgelerde kalarak geri döndük. şimdiden ekonomik uçak bileti arayışlarına girdik, sırada porto var. ama alfama'ya mı yerleşsek acaba diye düşünmüyor da değiliz.







3 Mart 2016 Perşembe

türk erkeği önce arabasını sonra karısını sever

bizim memlekette otomobil denince akan sular durur. çok parası olan için havalı bir otomobil statü belirtisidir. mercedes kullanan amcaya genelde mütaahhit gözüyle bakılır. bmw kullananlar baba parası yiyen züppelerdir. pegueot veya golf kullanan gençler mi? onlar direkt apaçi yaftasını yerler. biraz meşhur olup para gören futbolcular muhakkak ya ferrari ya da lamborghini alırlar. benim takıldığım bunların hiçbiri değil ama. eski model araçlara bir bebek ihtimamı ile yaklaşan araç sahiplerine aklım ermiyor. eski model derken antika araçlardan bahsetmiyorum yanlış olmasın. konya'ya gittiğimde 70 li yılların murat 124 lerini (nam-ı diğer hacı muro) öyle bir süslemişlerdi ki tahayyül edemezsiniz. cam kenarlarına dantel örülmüşünü bile görmüştüm. süslü parlak jant kapakları, ön konsola cart renklerde serilen kadife örtüler, direksiyona kaplanan deri aksesuarlar, kaputun önüne konan çeşitli hayvan figürleri. burda itiraf etmem gerekirse bizim de 75 model murat 124 ümüz vardı. kaputunun önündeki figür demirden bir uçaktı. bizden önceki sahibi koymuş. adam kendini pilot sanıyordu sanırım. uzun yıllar ben de o aracı o şekilde kullanmıştım. daha da beteri araca ''düldül'' diye isim de koymuştum. bunlar zevk meselesi tabi. isteyen istediğini yapabilir. bir dönem mustang 65 aracım da oldu. tam bir klasik. bir sabah uyandığımda önündeki meşhur koşan tay ambleminin çalınmış olduğunu gördüm. aylar sonra çalınmış logo, benim evin önünden geçen bir çingenenin sürdüğü at arabasının kasasını süslüyordu. benim amblem olup olmadığından emin olamadığım için boş gözlerle bakakalmıştım. at arabasına daha uygun tabii mantık olarak.
oturduğum mahallede bir amca var. bu amcanın renault 9 (90 lardan kalma sanırım)  marka aracına gösterdiği ilgiyi karısına gösterdiğini sanmıyorum. güneşten boyası hayli solmuş otosunu itinayla öyle bir siliyor ki, her seyrettiğimde solmuş boyanın tekrar eski parlak halini alacağını zannediyorum. kaputunu açıp motora da uzaktan muhakkak bakıyor. borular kontrol ediliyor. araç durduğu yerde 5- 10 dk. çalıştırılıyor. bu yağmurda çamurda rolls royce'um olsa bu kadar uğraşmam ciddi söylüyorum. etrafınıza bakın muhakkak her yaştan bu tiplemelerle karşılaşırsınız.
cabrio otomobil alacak paranız mı yok? sorun değil bursa'da vosvos'larınızın (kaplumbağa) veya murat 131'lerinizin tepesini kestirecek usta bulabilirsiniz. bagaja da hayvan gibi bir sub koyup, en renkli ve en dijital göstergeli ekolayzerinizle müzik sisteminizin volümünü dibine kadar açıp caddelerde boy gösterin. bütün kızlar size aşık olacaktır emin olun. 
bu gövde değiştirme ile ilgili benim de bir anım var. almanya haricinde mercedes taksiye istanbul'da ilk defa binmenin haklı gururunu yaşamaya çalışırken, bir yandan da niye hala rahatsız ve dar bir koltukta oturduğumu anlamaya çalışıyordum. ters olan bir şey vardı dayanamadım şöföre sordum. meğerse adam kaportayı komple mercedes 190 gibi yapmış. ön konsola bir baktım bildiğin tofaş şahin'deyim. türk kafası işte. nasıl bir kompleksse, her polis çevirdiğinde ruhsatta belirtilmediği için ceza yiyormuş bir de salak. (konuyla ilgili örnek fotoda murat ferrari göreceksiniz.)
gelelim yeni satın alınmış aracını parkedemeyen sürücülere. hastasıyım bu tiplerin. kıyamaz aracına. ya lastiği kaldırım kenarına sürtünürse, ya tamponu öndeki araca hafif değerse? amanin! karıları genelde bu park esnasında araçtan aşağı inerler ve direktif vermeye başlarlar. topla topla, sağ yap, dur dur vuracan! 3 saniyede parkedilebilecek yere bu sayede 15 dakikada anca yanaşılır. kapılar kilitlenip, bütün kapılar kapanmış mı diye kontrol edilir, aracın etrafında bir tur atılır, kaldırıma yakınlık ölçülür ve parkın nizami olduğuna kanaat getirilip afili afili önden yürünür. kadın eşini arkadan takip eder. adam dönüp arkasına bakar. kadına değil aracına tabii ki. vrınnn...