2 Ekim 2016 Pazar

''bodrum da yazın çok kötü be abi!''

kendimi bildim bileli bodrum'u sevmişimdir. eski halini bildiğim için o güzelim değirmenlerle süslü tepelerinin zaman içinde tek tek dolmasını da üzüntüyle seyrettim. o mis kokulu mandalina bahçeleri olan köy evlerinin çoğu ya otel ya da site oldu. ilk yerleşen entelektüel şehir insanları yörenin dokusunu bozmadan evler yaptılar, gayet zevkli döşediler. kimi cam kenarlarını çivit mavisine boyadı, kimi pencerelerine ahşaptan panjurlar yaptı. evlerin bahçelerinde bodrum'un taşı olan kayraklar kullanıldı, kapılar bodrum boncuklarıyla rengarenk süslendi. kıyafetler bile değişti. kadınlar gümüş ağırlıklı takılar ve rahat ama bir o kadar da renkli giyinirken erkekler bütün kışı sadece 2 tshirt bir şortla geçirdiler. şehirdeki bıkmışlığın, tükenmişliğin, monotonluğun yerini hoş sohbetler, danslar ve kahkahalar doldurdu. bodrum'un değişmeyen yegane şeyi de hala bu bence. yazın turist olarak gelen şehir insanının bunu görmesine ve anlamasına imkan yok. o şehirdeki eğlenme şeklini, yaşam formatını da buraya taşıma eğiliminde. çünkü buna kodlanmış ve parametrelerini değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. yine bütün kış sürekli küfrettiği trafiği bodruma taşıyor, saatlerce bodrum'un dar sokaklarında trafikte zaman harcıyor. park yeri bulmak için taklalar atıyor. bulduğu yerde de kafasına dikilen kahyaya cukkaları bayılıyor. barlar sokağında omuz omuza yürüyor. kendi zevksizliğini buraya taşıdığı için dükkanların da formatı değişmiş. yan yana 5 liraya çakma tshirt satan zevksiz dükkanlara baka baka vakit öldürüyorlar. halbuki arabasının arkasında bisiklet getirse veya scooter kiralasa hepsinden geçtim güzelim havayı içine çeke çeke yürüse hem hımbıllığından hem de stresinden bir süreliğine de olsa kurtulacak haberi yok. örnekleri çoğaltabilirim ama canınız sıkılır. tabi bütün bu harala gürele haziran ve ağustos ayları arasındaki 3 ay içerisinde olup bitiyor. sonrasında sarı yaz denilen dönem başlıyor. bodrum ahalisinin en sevdiği, gelen turistin de daha aklı başında olduğu sakin bir dönem bu. 
şimdi sadede gelirsek; bizim taşınmamızla ilgili yüksek fikirlerini esirgemeyip ''ama yazın da bodrum çok kalabalık ve çekilmez oluyor'' diyen tanıdık veya tanımadık herkese bu 9 aylık sakin dönemi nasıl geçirdiğimizi tahmin etmelerini  ve düşünmelerini rica ediyorum. o 3 aylık bodrum keşmekeşinde ise evimizin veya dostlarımızın bahçesinde  gayet huzurlu ve bol muhabbetli vakit geçireceğimizden şüpheniz olmasın. bizim için kaygılanmayın, çünkü biz sizin için dikkat edersiniz kaygılanmıyoruz. ayrıca bodrum, barlar sokağından veya gümüşlükten ibaret değil. büyük düşünün ve kendi hayatınızı tekrar gözden geçirin. kaygılanacaksanız bu kendi hayatınız olmalı. haset kötü bir şey.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

bir garip yol hikayesi


geçtiğimiz hafta sonu arkadaşlarımızla haftasonunu değerlendirmek üzere motorlarla dedeağaç'a gitmeye karar verdik.  2 günlük tatilimizi en huzurlu, en ekonomik ve en lezzetli biçimde geçirdiğimiz bir belde kendileri. hatta çoğu bizim gibi motorcunun şile'ye gitmektense alex'e gitmesinin nedeni de bu olsa gerek. yol öncesi hazırlık çok önemlidir. pasaport, yeşil kart, ehliyet, bavul tanzimi, şortlar havlular, fazla yer olmadığı için 2 don 2 tshirt sorunsalını da hallettiniz miydi yola  çıkmaya hazırsınız demektir. cumadan yola çıkacağımız için köprü üstünde buluşup, bir tanecik sevgilimi de işinden alıp ipsala'ya doğru hareket edeceğiz. evden çıkarken demin yukarda saydığım kontrolleri yaptım. çanta motora adapte edildi, kasklar alındı, döviz cüzdanda, pasaportlar ve belgeler çantada, sevgilim tarafından ''aman motor montumu unutma!'' ikazı ile montu da çantaya koyup yola koyuldum. çok sıcak olduğu için kendi montumu giymedim, buluşacağımız noktaya yaklaştığımda içime bir şüphe düştü. sanırım kendi montumu almamış olabilirdim. nitekim almamışım eve dönmektense nispeten  köprüye daha yakın olan arkadaşımın evine dönüp onun montunu aldık. moralimizi bozmaya gerek yok, her işte bir hayır vardır diyerek yarım saatlik bir sapmayla tekrar yola koyulduk. keyfimizi hiç bir şey bozamaz. toplamda zaten yapacağımız takribi 300 km. neyse çok uzatmayayım, gayet makul bir saatte gümrüğe vardık. harç pullarımızı alıp sıkıntısız bir şekilde yunan kapısına geldik. gerekli belgeleri polise verdim. adam ehliyetimi istedi, ''hemmen'' deyip cüzdanıma el attım ama nooluyo lan? cüzdanımda hgs kartı ve 1 ad. kredi kartı ile dövizciklerim var. o göt içi kadar cüzdanın içinde nereye gitti lan bu ehliyet? en az 10 kez hgs kartını bir o kadar da kredi kartını evirip çeviriyorum ikisi de ehliyete dönüşmüyor. adama ağlak suriyeli dilenci edasıyla ''ehliyetimi evde unutmuşum'' dedim. ''iyi şimdi geri dön al'' dedi. kafama sıçayım. herhalde gümrüğe ehliyetsiz gelen ilk türk olarak tarihe geçecem. montu unutarak başladığım seyahat günlüğümün dozunu arttırıp, ehliyeti evde bırakarak zirve yapmış bulunmaktayım. arkadaşlarla vedalaşıp kösün kösün türk gümrüğüne geri döndük. amacım bir şekilde turingten yeni ehliyet çıkarmak. pes edecek halim yok. kapıda beni tanıyan görevli çocuklar sağolsun çok yardımcı olmak istediler. hatta motoru parka çekip turingten hallet biz seni yine burdan sokarız bile dediler. allah razı olsun da ehliyet olmadığı için turingteki adam da bir işlem yapamıyor. sevgilimin a2 ehliyeti var ama koca motoru yunan polisinin önünde kullanabilecek mi ondan emin değiliz. en sonunda ipsala merkeze dönüp emniyetten belge almaya karar verdik. emniyetteki nöbetçi polis arkadaş sağolsun belgemi düzenledi ve tekrar gümrüğe geri döndük. herşey sil baştan, harç pulu tekrar alındı. polisler şaşkın. ''abi sen 2 saat evvel giriş yapmadın mı ya?'' filan diye soruyorlar. kepazelik anlayacağınız. utandığımı gören görevli ''abi biz neler görüyoruz, adam taa almanya'dan ruhsatsız gelmiş girmeye çalışıyordu'' diye beni rahatlatmaya çalışıyor. değişik hisler içersindeyim. aynı işlemleri tekrar tekrar yapıyoruz. plakayı söyle, pass ver, tekrar plakayı söyle, askerleri selamla, tekrar yunan kapısı ve hala aynı polis görevde. adam bizi görünce ''hallettiniz mi?'' deyip gülümsüyor. benim suratımda öyle veya böyle durumu kurtarmanın da getirdiği rahatlıkla öyle bir gülümseme yerleşmiş ki, nerdeyse sarılıp polisi öpcem. 3 buçuk saatlik rötarla giriş yapıyoruz. ilk hedef alexandrapouli. hemen bir uzo açıp bu salaklığımı kutlamamız lazım. arkadaşlarla merkezde buluşup porto elia'ya çömüyoruz. sardalyası muhteşemdir yolunuz düşerse muhakkak yiyin. otelimiz bu arada merkeze 14 km uzaktaki loutros'ta.
sahibesinin 80 yaşlarında olduğunu tahmin ediyoruz. ama 16 yüzyıldan da kalmış olabilir. gözler kan çanağı gibi, yavaş yavaş yürüyor, inatla türkçe konuşmaya çalışıyor. arkadaşım ''bizi konuşarak öldürmeye çalışıyor olabilir'' diyor. bu arada bizim odamızı başka bir motorcu çifte biz sanıp vermiş. gecenin bir yarısı oda ayarlamaya çalışıyor. koridorlar karanlık, zeytinliklerin içersinde bir otel. kadın ayaklarını sürüyerek yürüyor ve sürekli konuşuyor. korku filmi çekilebilecek bütün argümanlara sahibiz. limonata yapiyim mi diye soruyor? ahanda zehirliyecek. septisizmin doruklarındayız. gecenin 2 sinde odanın içinden otel sahibini yarım saattir çıkarmaya çalışıyorum. en sonunda gidiyor da uyku moduna geçebiliyoruz. ertesi gün kahvaltıdan sonra plaja gitmek üzere yola çıkıyoruz. tam merkeze indiğimde sevgilime dönüp şu cümleyi kuruyorum. ''ya tatlım ben yeni aldığımız ehliyeti otelde unuttum''. ''.........''

6 Mayıs 2016 Cuma

mal satma kılavuzu

1- malınızın değeri alıcı tarafından belirleneceği için satmak istediğiniz rakamın üstüne pazarlık payı koymayı unutmayın.

2-  makul olan pay, malın gerçek değerinin %10 altı olsun, çünkü teklif öyle öldürücü gelecektir ki  sinirinizin hoplamaması için buna dikkat etmeniz çok önemli.

3-  alıcının çeşitli bahanelerine hazırlıklı olun. ''yol parası, öğrenciyim abi, bütçem kısıtlı, sevgilime alacaktım '' gibi son derece banal cümlelerle gelen acındırma manevralarına kayıtsız kalın.

4- pazarlık iyi gitmediğinde bir sonraki aşama takas olacaktır. kendi malını ''sıfırdan daha temiz, üstüne bi miktar da ödeme yapiyim'' diyerek kakalamaya çalışacaktır. bu tip şuursuz cümleler sizi sarhoş edebilir aman dikkat.

5-  her zaman alıcının malı değerli sizinki değersizdir. dolayısıyla sizi salak kendisini üstün zekalı görür. biz onlara ucuz kurnaz diyoruz. tatlı dille dalganızı geçin, kinayeleri anlama kapasiteleri çok düşüktür. eğlenirsiniz.

6- pazarlık sünnettir cümlesini kaale almayın. bu cümle dini alet ederek vicdanınıza sömürü yapmak için sarfedilmiştir. belirlediğiniz rakkamı ''sen tekrar sünnet bile olsan daha da aşağısına inmem'' diyerek korumasını bilin.

7- pazarlık sınırınıza sahip çıkın. malınızı 100 kişi isteyecek ama sadece sizin gibi düşünen bir kişi çıkıp alacak. 

8-  satış açıklamalarınıza ayrıntılı yazsanız bile bunlar başınıza gelecek o yüzden sinirinize hakim olun. öfke kontrolünüz yoksa ilaç alın. 20 punto kırmızı harfle TAKAS YOK bile yazsanız, misal sattığınız telefona karşılık, 'temiz nerdeyse hiç kullanılmamış termosifon ister misiniz!' teklifiyle karşılaşabilirsiniz.

9- sattığınız malı süslü kelimelerle ifade etmeniz müşteri potansiyelinizi arttırabilir. araba satarken 'siyah incimi satıyorum' 'batman de arabama tav oldu' gibi kıro sloganlar yazarsanız potansiyel apaçi müşterileriniz kapınızda kuyruk olacaktır.

10- şaka lan şaka sakın öyle bir şey yapmayın. zaten düzgün de yazsanız %80 profil bu. kanırtmaya gerek yok yani.

11- bu arada telefonumu satıyorum. fiyatı 700 tl. şu ana kadar 35 kişi  600 tl teklifinde bulundu. 650 de inatçıyım. arada uyuz olduğum için 670 vereni kaçırdım.pişmanım. kardeşim bu yazıyı okuyorsan gel al temiz telefon valla. sıfırdan daha temiz hatta. valla.


12 Nisan 2016 Salı

sokak müzisyenleri


''sokak çalgıcıları, bize hayatın fon müziğini icra eden sanatçılarıdır.''

buna benzer bir cümleyi nerden duydum bilmiyorum ama kesinlikle katılıyorum. öğrencilik yıllarımda roma'da ben de venezuelalı bir arkadaşımla beraber sokak çalgıcılığı yapmıştım. o dönemlerde ülkemizde pek varolan bir iş değildi sokak müzisyenliği. bunu iş edinen inanılmaz müzisyenler olduğu gibi daha vasat ama bir şekilde sadece bu yolla hayatını kazanıp dünyayı dolaşanların olduğunu biliyorum. dün bir yazı gözüme çarptı. bu yazıda yazar, vapurda müzik yapanların kafasını ütülediğini ve eğer dayatılıyorsa, sevdiği müziğin bile tacize dönüştüğünü  yazıyordu. ben de yarım saat bile sürmeyen bir yolculukta 2 şarkı çalıp finalde de 3 kuruş kazanmaya çalışan bu insanlara tahammül etmenin bu kadar problem olmaması gerektiğini yazdım. meğer bu nasıl bir dertmiş ki çoğu arkadaşım bile bunun taciz olduğunu, kulaklık bile taksalar duyduklarını ve bundan rahatsız olduklarını dile getirdiler.
istanbul gibi kaosun, gürültünün, birbirinden kötü okunan ezanların, yükses sesle bağıra çağıra konuşan üniversite gençlerinin, ciyak ciyak bağıran arsız çocukların ve onları susturmaya çalışan ebeveynlerinin, satıcıların, inşaat seslerinin, bilumum kornaların, toplu taşıma araçlarında telefonla car car konuşanların ve daha aklıma gelmeyen binlerce absürd sesin içinde tahammül edilemeyen ve hepi topu 10 dakika süren müzik bizi birbirimize düşürdü. neymiş? çok kötü çalıyorlarmış. karga seslilermiş. enstrümanına hakim değillermiş. bana hiç bu kadar kötüleri denk gelmemekle birlikte bunlardan rahatsız olan arkadaşların rafine kulaklarına, ve yüksek kalite müzik bilgilerine bu denli zarar verdikleri için iplerinin çekilmesine gönlüm razı gelmiyor.
yurt dışında böyle bir şey başınıza gelse, muhtemelen smart telefonunuzun bütün hafızasını bu müzisyenlerin videosunu çekmeye harcarsınız. niye müzikte ilerleyemediğimizin sebeplerini uzakta aramayalım. bu çocuklar da çala çala daha iyi olacaklar. belki de bir on sene sonra inanılmaz sokak müzisyenlerimiz olacak. kimbilir zaz gibi bir çeşminaz da bizden çıkacak. bırakın gençler 10 dakikanızı çalsınlar, takın kulaklığınızı kendi müziğinizi dinleyin. o çok mühim telefonunuza 10 dakka sonra cevap verin. kitap okuyanların entellektüel seviyelerine 10 dakika kadar tecavüz edilecek ona ne yapılır bilemiyorum. eskiden vapurlarda satıcılar olurdu. burhan vardı mesela büyük pazarlamacı. adamın satış tarzı o kadar akıcıydı ki, dut yemiş bülbül kesilip 3 kuruşluk tarağın yanında verdiği 5 benzemezleri nasıl rahat sattığına tanık olurduk. o gider ardından başka satıcı gelirdi. kimi patates, domates soyan bıçak, kimi de portakal, limondan suyunu rahatça akmasını sağlayan plastik musluklar satardı. esnaf seviyormuşuz demek o zamanlar ki kimse ağzını açıp taciz ediliyoruz diye bir yazı yazmadı. kaldırın müzisyenleri meydan yine satıcılara kalsın. suriyeli dilencilere kalsın. bacağınızın üstüne karvizit bırakıp vicdan sömürüsü yapanlara kalsın. bize müstehak.
renkleri öldürmeyin arkadaşlar. yaşamdan zevk almaya bakın. bokunuzla kavga etmeyin. cebinizdeki o kalan 1 lirayı da bu arkadaşların müziğine katkı olsun diye verin mesela. onları mutlu ettiğinizde siz de mutlu hissedeceksiniz. deneyin bi.

21 Mart 2016 Pazartesi

beyaz kuğu



sevgili blog takipçilerimin dikkatine;
beyaz kuğumu satıyorum. selesinde 6 kedi barındırmış olup tam bir hayvan barınağı özelliklerine sahiptir. kedi sidiği parfümü lastiklerde hissedilebilir. güneşlenmek için arka bagaj üstü kedilerin vazgeçilmezi olmuştur. eski selesinde tırmık egzersizleri yoğun olduğundan yenisi alınmış ve üstü örtüyle muhafaza edilmiştir. bu sayede kedi tüylerinin de havada uçması engellenmiştir. aynı zamanda daha sıcak pofuduk bir kürk yastık elde edilmiş olup yavru kedilerin kendilerini ana kucağında hissedebilmeleri sağlanmıştır. hali hazırda 6 kiloluk bir sarman ve mahallenin kabadayısı yedi bela ''tekir hüsnü'' tarafından güvenliği sağlanan bu yürüyen 150 cclik kuğuyu almak için benle irtibata geçebilirsiniz. (motoru alana 2 aylık bir siyah ve bir tekir yavrusu da hediye edilecektir)

not: (başlık ağır kinaye içerir)

15 Mart 2016 Salı

bacalhau, fado, nata ve karşınızda lisboa

sokakları o kadar daracık ki karşıdan gelene yol vermezsen kendini bir anda 2 inatçı keçi hikayesinin kahramanı olarak bulabilirsin. buna ayrıca yokuşlu yolları ve arnavut kaldırımlarını da ekle. çıkmaz sokak olduğunu belirten bir tabela olmadığı için haliyle girdiğin yoldan tıpış tıpış geri dönmeler kaçınılmaz. her yol romaya çıkar durumu burda o kadar geçerli değil. her defasında evin yolu kaybedilir mi demeyin biz kaybettik. nerden mi bahsediyorum? portekiz'in başkenti lizbon'dan sevgili arkadaşlar. muhakkak görülmesi gereken şehirler listesine alın. tuttuğumuz ev lizbon'un en eski mahallelerinden olan alfama'da. girizgahını yaptığım o dar sokaklar bu bölgeye ait. sokaklar o kadar labirent gibi ki kaybolma riskiniz kuvvetle muhtemel. sokakların ve evlerin şirinliğinden zaten kaybolmak istiyorsunuz o da ayrı. her köşenin fotosunu çekmekten bir süre sonra ayaklarınız düğümlenirse şaşırmayın. eskiden bizim yerlere döşediğimiz çini seramiklerle adamlar komple evlerin dışını kaplamışlar. ilk başta oranın ''laz mütahit kafası da bu'' diye düşünmedim değil. bu kadar çarpık yapılaşmayı nasıl estetik bir anlayışa dönüştürebilmeyi başarmışlar bilemiyorum. yeme içme konusunda karşınıza en çok çıkacak olan bacalhau dedikleri, bizdeki adıyla morina (kod) balığı. kokusu açıkçası biraz ağır, tad olarak bizim alışkın olduğumuz balıklardan değil. herkesin dediği gibi mutlaka yemeniz gerekmiyor. züppeliğin lüzumu yok. çok meraklıysanız yandaki arkadaşınız illaki ısmarlayacaktır ilk önce onunkinden tadın. pastel de bacalhau yapan bir dükkan var, sunumları o kadar şık ki sırf sunuma kanıp 3,5 euro bayılıp aldım. görüntü olarak bizdeki içli köfte formatında. kod balığı, peynir, patates, sarmısak, soganla yapılıyor. 1 tanesini zor bitirdim.

gittiğiniz restoranlarda masaya zeytin, sardalya veya ton balığından yapılmış pate ve ekmek getiriyorlar. ilk başta ben yemek öncesi bu atıştırmaları ikram sanıyordum. kuver olarak yerine göre 2 ila 6 euro hesaba geçiriyorlar aklınızda bulunsun, yemek istemiyorsanız geri gönderebilirsiniz. biz hepsini afiyetle yedik çünkü o kadar dolanıyorduk ki açlıktan masayı bile kemirecek duruma geliyorduk. ama nata denilen bir tatlıları var ki işte o sizi şeker komasına sokabilir. her yerde yapılan bu tatlıyı belem bölgesinde pastais de belem'de bir başka yapıyorlar. ha bak bunu yiyebilirsiniz hadi. üstüne tarçını da bolca serpin enfes.
 müzik olarak fado hemen hemen bütün tavernalarda çalıp söyleniyor. turist kafası genelde size ne sunuluyorsa hemen dalalım şekline dönüştüğü için gidip hem yemeğinizi yiyip hem de bir nevi ağıt olan bu müziği dinleyebilirsiniz. benim ruhum bu tip müzikleri kaldırmıyor o yüzden biz gitmedik ama zaten sokaktan da duyuluyor. dinledik 2 dakka yetti. denize açılıp dönmemiş denizciye kadınlar tarafından okunan bir ağıt olan fado, ispanyol müziğini seviyorsanız gözlerinizi yaşartabilir de tabi onu bilemem.
alışveriş bölgesi diyebileceğim rossio, martim moniz gibi yerlerde aleni uyuşturucu satıcıları bize mal satmak için epey uğraş verdiler. en son polis aracının önünde göstere göstere korkusuzca mal satmaya çalışan satıcıdan sonra lizbon'un amsterdam'la narkotik kardeşlik kurabileceğine kanaat getirdim. haşhaş veya herhangi bir uyuşturucuyla haşır neşir olmak istiyorsanız rahatlıkla bu bölgeden alabilirsiniz ama cüzdanlara dikkat edin, hırsızlık almış başını yürümüş. kaldığımız evin yöneticisi olan hanımefendi pasaportlarımızı odada bırakmayı önermişti. kısacası çantanıza hakim olmanızda fayda var. 
gelelim şehrin maskotu tramvaylara. metro istasyonlarındaki makinalarda baya bir cebelleşip edindiğiniz kartlar bunlarda da geçiyor. doldurulan kartlardan almanızı öneririm. meşhur 28 nolu tramvayla 2.85 euroya harika bir tur yaparsınız. ring sefer olmadığı için ara duraktan biniyorsanız dikkat edin 2 durak sonra son durakta sepetlemesinler. biz hayırsever bir lizbon'lu vatandaş sayesinde ucuz yırtmıştık. çok konuşkan ve yardımsever olan bu abiyle ben italyanca o portekizce konuşup baya anlaşmıştık. burdan kendisine selamlar sevgiler. genelde lizbon ahalisi çok sıcakkanlı, yardımsever ve bir o kadar da çenebaz. yaşlı komşu teyzeyle her sabah birbirimizi anlamadığımız halde bize uzun hava raporu verdiğini hissettik. o kadar güleç ve sevimliydi ki sözünü kesmeye kıyamayıp paso kafa sallayıp gülümsedik. 
şehri oturduğunuz yerden yorulmadan turlamak isterseniz 'tuktuk' dedikleri 3 tekerli vespalarla saati 30 euroya gezme imkanı var. trafik denilen bir bela olmadığı için bomboş sokaklarda fellik fellik gezersiniz. bir tek tramvayların fotosunu çekerken dar sokaklarda dikkat edin duvarla tram arasına sıkışmayın. porto şarabını zaten denersiniz, vino verde hakeza ama ginjinha likörünü  rua das portas'taki sem rival'den muhakkak içip deneyin. ufacık bir dükkan yaptığı bu vişne likörüyle baya ünlenmiş. 1 euroya shot bardakta veriyor finalde de içine likörü emmiş vişneleri lüpletiyorsunuz. şekerli sanıp abartmayın 23 derece yamulursunuz aman dikkat.
3-4 gün şehri gezmeye tabii ki yetmedi ve aklımız diğer bölgelerde kalarak geri döndük. şimdiden ekonomik uçak bileti arayışlarına girdik, sırada porto var. ama alfama'ya mı yerleşsek acaba diye düşünmüyor da değiliz.







3 Mart 2016 Perşembe

türk erkeği önce arabasını sonra karısını sever

bizim memlekette otomobil denince akan sular durur. çok parası olan için havalı bir otomobil statü belirtisidir. mercedes kullanan amcaya genelde mütaahhit gözüyle bakılır. bmw kullananlar baba parası yiyen züppelerdir. pegueot veya golf kullanan gençler mi? onlar direkt apaçi yaftasını yerler. biraz meşhur olup para gören futbolcular muhakkak ya ferrari ya da lamborghini alırlar. benim takıldığım bunların hiçbiri değil ama. eski model araçlara bir bebek ihtimamı ile yaklaşan araç sahiplerine aklım ermiyor. eski model derken antika araçlardan bahsetmiyorum yanlış olmasın. konya'ya gittiğimde 70 li yılların murat 124 lerini (nam-ı diğer hacı muro) öyle bir süslemişlerdi ki tahayyül edemezsiniz. cam kenarlarına dantel örülmüşünü bile görmüştüm. süslü parlak jant kapakları, ön konsola cart renklerde serilen kadife örtüler, direksiyona kaplanan deri aksesuarlar, kaputun önüne konan çeşitli hayvan figürleri. burda itiraf etmem gerekirse bizim de 75 model murat 124 ümüz vardı. kaputunun önündeki figür demirden bir uçaktı. bizden önceki sahibi koymuş. adam kendini pilot sanıyordu sanırım. uzun yıllar ben de o aracı o şekilde kullanmıştım. daha da beteri araca ''düldül'' diye isim de koymuştum. bunlar zevk meselesi tabi. isteyen istediğini yapabilir. bir dönem mustang 65 aracım da oldu. tam bir klasik. bir sabah uyandığımda önündeki meşhur koşan tay ambleminin çalınmış olduğunu gördüm. aylar sonra çalınmış logo, benim evin önünden geçen bir çingenenin sürdüğü at arabasının kasasını süslüyordu. benim amblem olup olmadığından emin olamadığım için boş gözlerle bakakalmıştım. at arabasına daha uygun tabii mantık olarak.
oturduğum mahallede bir amca var. bu amcanın renault 9 (90 lardan kalma sanırım)  marka aracına gösterdiği ilgiyi karısına gösterdiğini sanmıyorum. güneşten boyası hayli solmuş otosunu itinayla öyle bir siliyor ki, her seyrettiğimde solmuş boyanın tekrar eski parlak halini alacağını zannediyorum. kaputunu açıp motora da uzaktan muhakkak bakıyor. borular kontrol ediliyor. araç durduğu yerde 5- 10 dk. çalıştırılıyor. bu yağmurda çamurda rolls royce'um olsa bu kadar uğraşmam ciddi söylüyorum. etrafınıza bakın muhakkak her yaştan bu tiplemelerle karşılaşırsınız.
cabrio otomobil alacak paranız mı yok? sorun değil bursa'da vosvos'larınızın (kaplumbağa) veya murat 131'lerinizin tepesini kestirecek usta bulabilirsiniz. bagaja da hayvan gibi bir sub koyup, en renkli ve en dijital göstergeli ekolayzerinizle müzik sisteminizin volümünü dibine kadar açıp caddelerde boy gösterin. bütün kızlar size aşık olacaktır emin olun. 
bu gövde değiştirme ile ilgili benim de bir anım var. almanya haricinde mercedes taksiye istanbul'da ilk defa binmenin haklı gururunu yaşamaya çalışırken, bir yandan da niye hala rahatsız ve dar bir koltukta oturduğumu anlamaya çalışıyordum. ters olan bir şey vardı dayanamadım şöföre sordum. meğerse adam kaportayı komple mercedes 190 gibi yapmış. ön konsola bir baktım bildiğin tofaş şahin'deyim. türk kafası işte. nasıl bir kompleksse, her polis çevirdiğinde ruhsatta belirtilmediği için ceza yiyormuş bir de salak. (konuyla ilgili örnek fotoda murat ferrari göreceksiniz.)
gelelim yeni satın alınmış aracını parkedemeyen sürücülere. hastasıyım bu tiplerin. kıyamaz aracına. ya lastiği kaldırım kenarına sürtünürse, ya tamponu öndeki araca hafif değerse? amanin! karıları genelde bu park esnasında araçtan aşağı inerler ve direktif vermeye başlarlar. topla topla, sağ yap, dur dur vuracan! 3 saniyede parkedilebilecek yere bu sayede 15 dakikada anca yanaşılır. kapılar kilitlenip, bütün kapılar kapanmış mı diye kontrol edilir, aracın etrafında bir tur atılır, kaldırıma yakınlık ölçülür ve parkın nizami olduğuna kanaat getirilip afili afili önden yürünür. kadın eşini arkadan takip eder. adam dönüp arkasına bakar. kadına değil aracına tabii ki. vrınnn...

14 Şubat 2016 Pazar

yurt dışı tatil mi? o yeah!

bazen yazmak şart oluyor. bu ülkede yaşamak zor azizim. hem de çok zor. her gün bir  zırvalıkla karşılaşmak artık moda tabiriyle fıtratımızda var. kaderimize sıçayım o ayrı. insan kendi ülkesini sevmez mi? insanını, örf ve adetini, geleneklerini beğenmez mi? neyse direkt konuya gireyim. ben sevmiyorum abi net söylüyorum. sıkıldım insanımızdan. terbiyesizliğinden, bencilliğinden, ucuz kurnazlığından, kabadayılığından, iş bilmezliğinden, aptallığından, görmemişliğinden, zevksizliğinden ve daha bir sürü şeyinden. evden dışarı çıkmakla zulüm başlıyor. trafikte yayaysan, yaya geçidinde bile olsan üstüne sürüyor mesela. yol verme gibi bir mekanizma yok çünkü mahlukatta. örnekler çoğaltılabilir dalmayacağım o mevzuya. sadece tiplemeleri düşünün yeter. elde tespih yamuk vücuduyla 3 kişiye nasıl dalmış onu anlatan minibüs şöförleri mesela. adamın övündüğü şeye bak. bu sosyopatlar ordusu her alanda gittikçe çoğaldı. nüfus edepli, efendi, okumuş, görmüş geçirmiş insanlardan bu primitiflere doğru her geçen gün daha da evrilmekte. arada sırada da insan şişince bir tatil yapmak istiyor. iş güç durumunu ayarlayıp bayramı da denk getirip 1 haftalığına güzel ülkemin güzel beldelerine gitmek için bavulu yapıyorsun. kıçı kırık, sezon dışı 3 kuruş olan pansiyonlara 5 yıldız otel parasını bayılıyorsun. akşam meyhaneye gidiyorsun, bir beyaz peynir, üç meze ve bir ufaklığa aylık mutfak masrafının yarısını ödüyorsun. yediğin de bir boka benzese bari. bara gitsen en dandik gdo'lu yurdum birasını şişesiyle birlikte kıçına sokmaya çalışıyorlar. dolayısıyla biz de 2 senedir sıçarız böyle işe diyip, yurt dışına tatile gitmeye başladık. niye bunu yazıyorum? peki onu da açıklayayım. biraz evvel okuduğum haberde turizmciler hükümete, yerli turistin yurt dışına çıkışlarını zorlaştıracak yurt dışı harçlarının yükseltilmesi ve vize zorluğu getirilmesini, böylelikle yerli turistin iç piyasaya yöneleceğini ifade etmişler. ba ba ba. yabancı turisti kaçıran, terörü hortlatan, uluslararası ilişkilerin içine sıçan hükümete oy verme bence sen gerzek kafalı. yerli turistin kazıklanmamasını sağla. yasakçı zihniyetinin içine tüküreyim. daha beter olun hatta. neymiş iran'da ve rusya'da da varmış. ülke örneğinize de tüküreyim. zaten nerde boktan örnekler onları alın siz. bana ne lan iran'dan rusya'dan.  1 liralık ayranı 7 liraya, 3,5 liralık lahmacunu 50 liraya yiyelim di mi? siz cukkalarınızı doldurun yeter ki. beter olun sevgili turizmciler. aklınızı başınıza getirecek bir durum olur inşallah bu. hadi ciao ben lizbon'a gidiyorum.

7 Şubat 2016 Pazar

kürke kılım

geçenlerde caddede yürürken çok ünlü bir firmanın vitrininde sergilenen bir kürk fiyatına gözüm takıldı. 17 bin lira yazıyordu etikette. onyedibin! tabii ki benim kafamda bu fiyata alınabilecek ilk ürün gayet rahat 2. el harley'in sporster modeli olabilirdi. bilmem kaç tane minnak hayvanı katledip, dikilen bu ürüne biçilen değer, katiline ne kadar kazandırıyordu acaba? bunu giyen kadın bu tüylü giysinin içindeki bir zamanlar canlı olan organların farkında mıydı mesela? mesela kokoreç desen ıyy vahşet iğrenç bişi diyen bir kokoş, işlemden geçip aklanıp paklanıp üstüne de dünya yüküyle para verince, vakti zamanında gayet sağlıklı çalışan ve bok ihtiva eden organı yok sayabiliyordu. 17 bin lira verince hayvanların yaşam hakkını alma ve onları yok sayma hakkına mı sahip olunuyordu yoksa? üstünde kürkü, evine giren kadının, piçoz, sürekli havlayan şımarık pekinez köpeklerini kesip boynuna şal  yapsak nasıl tepki verirdi?
17 bin lira lan. benim 10 senede aldığım kıyafet parası bile bu kadar tutmuyordur muhtemelen. hanımlar yapmayın etmeyin, kürk zannettiğiniz kadar da güzel durmuyor zaten üzerinizde. arkadan ayı gibi bir görüntünüz oluyor.

6 Şubat 2016 Cumartesi

hazerfen levent çelebi sunar

yurt dışına gidince ister istemez karşılaştırma yapıyorsun.bu yemek yediğin yer olur, gezdiğin mahalleler olur, alışveriş yaptığın dükkanlar veya cafeler hiç farketmez. insanları, ücretleri, gördüğün her objeyi bir şeye benzetme huyun depreşiyor. bende de bu huy yeterince fazla. en son leylek sevgilimle  belgrad'a gittik. havaalanında inince taksiciler hemen üşüşüyor. merkeze 15 euro fiyat çekiyorlar. biz bilinçli turistleriz, 72 nolu otobüsü soruyoruz. ''o yukarda girişte, 900 m yürüme mesafesi, zaten aynı para tutar, değmez'' gibi kandırıcı cümleler sarfediyorlar. yemezler deyip durağa doğru yürüyüşe geçiyoruz ve aşagı yukarı 100 adım sonra duraktayız. otobüs 10 dk. içinde geliyor. biletimizi otobüs şöföründen 300 dinar (aşağı yukarı 7,5 tl) karşılığında alıp boş bir yere çörekleniyoruz. evet 1. benzetme gelsin o zaman. taksi şöförleri aynı bizdekiler gibi 3 kağıtçı. sınıfta kaldın otur sıfır.
 yolculuk 45 dk kadar sürüyor. oteli gps yardımıyla elimizle koymuş gibi buluyoruz. otelin girişi apartman girişi gibi. girişte sadece bir asansör var, biniyoruz ve mantık yürütüp recep 1. kattadır herhalde diye düşünüp çıkıyoruz. 1. katta değilmiş gel gör ki. tekrar aşağı inip kontrol ediyorum. tabelada ''rec. 2. kat'' diye not var, karanlıkta görmemişiz. 2. katta resepsiyon mu olur lan? uzatmayalım royal crown otelde kalacaksanız direkt 2. kata çıkın, asansörden çıkınca karşınıza çıkan kapıyı çalın. ufacık bir hol, bir ufak masa ve sizi bekleyen güleryüzlü bir sırp kızı göreceksiniz. odaların hepsine ressam ismi verilmiş. bizimki tam recep'in karşısında klimt odası. gayet ferah bir oda. kocaman bir yatak, yüksek tavan, duvarda klimt tablolar, kocaman tv. ev gibi döşenmiş çok şık bir oda anlayacağınız. yerler komple halı kaplanmış. yürürken yerler biraz gıcırdıyor. sessiz ve temiz bir otel. kaldığımız bölge knez mihailova diye anılıyor. uzun geniş trafiğe kapalı bir alan ve sağlı sollu cafeler, mağazalar yer almakta. oranın bağdat caddesi diyebiliriz. illa bir benzetme olacak ya tabii akabinde karşılaştırmalar da geliyor. sevgilim '' ama burası daha kısa'' diyor. ''elimize metre alıp ölçecek halimiz yok ama sadece dükkanların olduğu bölgeyi ele alırsak kafa kafaya da gelebilir, bilemiyorum'' diyorum. mutabakata varıyoruz. 
googledan neler yapabilirize bakarken 2 nolu tramvayı öneren yazılara denk geliyoruz. kaçar mı? kalemegdan'ın ordan biniyoruz. hayatımda böyle eski püskü bir tramvay görmedim. her an ikiye bölünecekmiş gibi takur tukur gidiyoruz. camlar öyle pis ki fotoğraf çekmek sıkıntı olacak. tarlabaşı, sirkeci tadında yerlerden geçiyoruz. arasıra güzel yapılara denk gelsek de pek umduğumuzu bulamadık açıkçası. şehrin merkezinden uzaklaştıkça ankara'ya geldik gibi hissediyoruz. benzetmenin dibindeyiz an itibariyle. 2 nolu tramvay hiç işimize yaramadı dersek ayıp etmiş oluruz. vugovok spomenica durağında 1 gece önceden googleda bulduğum ama nasıl gidileceğini bilmediğim tramwai rock barı görüyoruz. ayrıca plak severler için yine aynı duraktan 15 dakka yürüme mesafesinde yugo vinyl'e uğramalarını tavsiye ederim. eski progressif rock, punk veya yugoslav grupların plaklarını 2000 3000 dinar aralığında alabilirler. plak seçerken bira veya viski ikramı yapmaları da dikkate şayan bir hareket. arkadaşıma plavi orkestar ve kendime eski jeff beck albümlerini alıp kasaya yöneliyorum. amma lakin pos makinasının azizliği yüzünden sıkıntılı anlar yaşıyoruz. plaklar 9000 dinar tuttu ama bende o kadar nakit yok. pos makinasını kırmak üzere olan dükkan sahibine cebimdeki son 2000 dinarı verip sadece arkadaşıma söz verdiğim plağı alabiliyorum. dükkandan çıkarken adam hala godin'in düşünen adamı şeklinde duruyordu. sanırım bize ikram ettikleri viski ve biraları 1 saat içinde tüketmişlerdir. 
belgrad'ın bohem mahallesi olarak geçen scadarlija var sırada.  değişik büyüklüklerde parça parça taşlardan yapılmış harika bir sokakta yürüyoruz. sağlı sollu meyhaneler hepsi birbirinden güzel ve sevimli dekore edilmiş. rastgele birine giriyoruz. benzetme olarak alaçatı olabilir, belki kasarsak asmalı mescit de denilebilir. menüden kızarmış peynirli kırmızı biber, mantar, börek, rosto seçiyoruz. 2 de bira söylüyoruz. öyle bir porsiyon geliyor ki yan masadakilerle masayı birleştirsek mi acaba diye düşünüyorum. bir de garson bizim ikramımız diye sarmısaklı zeytinyağ soslu acı biberler ve yerel ev yapımı ekmeği de dayıyor masaya. yedikçe eksilmeyen bir masaya sahibiz şu an. fiyatlar da mis. yerel bira içtiğinizde en baba restoranda vereceğiniz para 3,5 - 4 tl.yi geçmiyor. şu koca porsiyonlu rostonun fiyatı 900 dinar. 25 tl bile değil. 3 kişi doyar bu tabakla net söylüyorum. kıtlıktan çıkmış gibi davranmasak muhtemelen 2 kişi  max 50 tlye çıkardık buradan. türkiye'de bu tarz bir mekanda bu parayı bahşiş diye verseniz garson suratınıza tükürür öyle diyim. harika müzisyenleri var kafanızı şişirmeden masanızın başında türkçe parçaları sırp usulü yorumluyorlar. bizim gittiğimiz gece 2 ayrı türk masası daha vardı. finalde 1 mumdur 2 mumdura kadar geldi dayandı olay. 

kıssadan hisse belgrad vizesiz, ekonomik ve bize yakın olması açısından kısa süreli geziler için ideal bir ülke. istanbul'da 3,5 liraya çay içeceğime belgrad'da 3,5 liraya bira içerim diyenlerdenseniz size şimdiden iyi yolculuklar. 

3 Şubat 2016 Çarşamba

yarışma dediğin böyle olur

o ses türkiye yarışması finali dün akşam yapıldı ve genç bir arkadaşımız daha 5 albüm anlaşması ile, 1 sene boyunca 250 konser ve büyük ikramiye 1 milyon doları cebine indirdi. amerikan idol jüri üyelerinden keith urban ve jennifer lopez birinci gelen genç arkadaşımızı kendi programlarına davet etmek üzere özel jetlerini göndereceklerini bildirdiler. tarkan, twitterdan yarışmanın birincisiyle en kısa zamanda düet yapmak istediğini, parça seçiminden sonra kayıt için london'da stüdyoya gireceklerini belirtti. hazır gitmişken sahne kıyafetlerini de camden town'da halledeceklerini ekledi. foo fighters grubunun solisti dave grohl, cem adrian'la elele verip yaptığı açıklamada; ''o ses türkiye jürisinin genç insanların umutlarıyla oynadığını, kaybedenlerin bunalıma girip intihar etme eşiğine geldiklerini ve bunun üzerinden prim yapan bütün jürinin yatacak yerinin olmadığını'' ifade etti. acun medya ise seneye hakan'la gökhan'ın yerine allah kısmet ederse dave ile cem'i aynı koltuğa oturtacağız açıklamasıyla yüreklere su serpti. bakalım zaman ne gösterecek?
yarışmanın kaybeden yarışmacılarından 5.element asude ise oynat bakalım'ın yeni sezon sunucusu olmak üzere kolları sıvadı. ahmet kaya söyledikleri halde elenen yarışmacılar ''başına sıkıp gidenler derneği'' kurup mağdur yarışmacıların haklarını sonuna kadar arayacaklarını, olmadı topuklarına sıkıp yola devam edeceklerini belirttiler. karadeniz türküleriyle bir süre liderlik koltuğunu zorlar gibi görünen şarkıcılar horon teperek birinci gelen arkadaşlarını tebrik ettiler. horon esnasında  ezilme tehlikesi yaşadığı zannedilen türkan ''korkacak bir şey yok, canım acımadı sia/chandelier söylüyordum'' dedi. herkes rahat bir nefes aldı.
acun medyadan yapılan bir diğer bomba açıklama ise ''o ses türkiye'' önümüzdeki sene ''o ses türki cumhuriyetleri'' olarak yoluna devam edecekmiş. annem annem şarkısını 1500 kez okuduğu halde birinci gelemeyen aziz cherry kendini hadise'nin bıngıl kollarına attı. hadise istikrarını bu sene de devam ettirerek birinci gelmedi. ''yarışmanın değil gönüllerin birincisiyim'' diyerek yine kendi kendini avuttu. gökhan'ın, hadise'nin karşısına geçip ispirtolu kalemle alnına 'şampiyon benim' yazması yakışık almadı. bunun üzerine hakan'ın eliyle dizlerinin üstünde tempo tutup ''we are the champions'' adlı queen parçasını seslendirmesi, olaya tanık olanlar tarafından çok manidar bulundu. ebru gündeş kenarda hıçkırarak ''yees yeees yes!'' nidaları arasında ağlıyordu. yanına taziyeye gidenlere ''rap müziği bile sever göründüm, ben nerde yanlış yaptım'' diye sızlanırken görüntülendi. murat boz'untuya vermeden yarışmanın bütün güzel kızlarıyla foto çekimini tamamladıktan sonra, hepsini kliplerinde oynatma sözünü verip gecenin karanlığına karıştı. harika bir final gecesi yaşadık. sağol acun medya, yaşasın müzik.

21 Ocak 2016 Perşembe

scooterınız mı çalındı? bırakın bulunmasın.

malum geçen ay scooterım evimin otoparkından çalındı. polise gittim tutanaklar tutulup ifadeler alındıktan sonra eve döndüm. açıkçası tek ümidim mahallenin piçlerinin çalmış olması. belki benzin bitene kadar dolaşırlar sonra da bir ara sokakta bırakırlar diye düşünmekteyim. polyanna bile götüyle güler gerçi bu fikrime. neyse uzatmayayım yine de kalbim temizmiş. 1 hafta sonra emniyetten motorunuz bulundu diye telefon açtılar. ben alelacele karakola gittim, çalıntı tutanağını polise verdim. ''hemen alabilir miyim, park nerde, ne kadar sürer işlemler'' filan diye heyecanla soruyorum. işlemi yapan amirin suratında öyle bir müstehzi ifade var ki anlam veremiyorum. beni yediemin parkı mı ne öyle bir  yere yönlendiriyorlar. parmak izi ekibi de gelecekmiş. ''sonra motoru alabilir miyim peki'' diyorum. yine o alaycı ifadeler. herkes sırıtıyor ama cevap veren yok. ulan noluyor? motor diye bana sadece gidon mu verecekler acaba? yediemin parkına yollanıyorum, kartalın tepelerinde bir yer. bomboş bir arazi, önümde uzun merdivenler var ve merdivenlerin sonunda yukarda bir adam ellerini kavuşturmuş  bekliyor. tırmanıyorum ve motorun nerde olduğunu soruyorum. adamla motorun başına gidiyoruz ve polislerin neden kelle gibi sırıttıkları meydana çıkıyor. motorun ne plakası kalmış, ne aküsü, ne bagajı. jant yamulmuş, lastik patlamış, ön panel ve sele kırık, kontak anahtarı yok, korna sökük. kısacası motorun anasını bellemişler, bulunmasa daha iyiydi diye düşünüyorum. park görevlisi ''motor bağlı emniyetten git çözdür'' diyor. yahu adamı hasta etmeyin. motor çalınmış adamlar dur ihtarına uymamış, kaçarken bir ara sokakta terkedip gitmişler. mağdur olan benim niye bağlıyorsunuz ki diyecek oluyorum. çekici ve park parasını da bana kitliyorlar. balta olsa geri kalan parçaları da ben parçalayacağım o haldeyim. ya sabır diyip işlemleri halletmek üzere emniyete dönüyorum. cezamı ödeyip geri parka geliyorum. 7emin hala orda. sigara ikram ediyor ''çay vereyim abime'' diyor. canı sıkılıyor bu dağda belli. ''parmak izi ekibi nerde'' diyorum. ve işte günün müstehzi bir başka gülüşü geliyor. bu ifadeyi görünce tırsıyorum artık. iyiye alamet değil bu. zaten bu ifade varsa genelde ardından kurulan bir cümle de yok. ''bir çay daha aliyim'' diyorum. anlaşıldı ekibin gelme saatinin ucu açık. parkın bekçisi köpekleri seyrediyorum. 3 köpek kulübesinin içinde 3 pitbul doğu, batı ve kuzey bölgelerini bekliyor. bir tane de serbest dolaşan var, anneleriymiş. en vahşisi oymuş, dövüş köpeğiymiş, çok leşi var diyip yanımıza çağırıyor. hayvanın memeler sarkmış belli ki yavrular iyi sömürmüşler, sakin sakin paçalarımı kokluyor ama yine de bir tırsıyorum. hırsızların sayesinde motor pert, vaktim pert, parmak izi ekibi pert. hayvan kokumu beğenmeyip en yakın hassas bölgeden ısırsa malum yer de pert. şansıma sıçiyim çok affedersiniz. 3 saat sonra ekip geliyor allahtan. motorun her tarafına siyah bir toz sürüyolar, fırçalar filan izler bulunuyor, rakamlanıyor, motorun üzerine yapıştırılıp fotosu çekiliyor. sonra benim de parmak izim alınıyor. motor kara benim eller kara. motorla madene dalıp kömürlerin üzerinde yuvarlansam bu kadar kararırım herhalde. ''bizde hizmet on numara'' deyip kolonyalı mendil uzatıyor bu arada ekipten biri. buna da şükür. motor çalışmadığı için çekici arıyorum. en kısa mesafe çekici ücreti 100 tl. tamircide yapılan tespitlerde motorun masrafı 1000 kafa tutuyor. plaka çalındığı için yeni ruhsat 200 tl. plaka basımıydı, taksi masraflarıydı, muayenesiydi derken yeni bir scooter alacak parayı harcadım. kaybedilen vaktin karşılığı yok tabi bu arada. burdan hırsızlara da bir çift lafım var. beceriksiz ibneler çalmayı bile beceremiyorsunuz, gidin arsen lüpen seyredin, sülün osman'ın hayatını okuyun, raki'yi hatmedin. cibilliyetsiz ipneler.
ben de malımı sağlam kazığa bağlamayı öğrendim. bastırdım parayı en babasından bir zincir aldım. yine çalarlarsa geriye kalan zincirle de zikir çekerim artık. ''gerzek kafam gerzek kafam'' diye diye.